GenelGündemKöşe YazılarıMalatyaManşetMedya

Malatya’yı kaybettik 

Başlığımda kullandığım cümle, bir dostumun depremden hemen sonra beni arayıp gözyaşları içinde söylediği ilk şey idi. Sonra sesi kısıldı. “Yeni camiyi kaybettik. Avşar oteli de yıkıldı” dedi. “Büyük otelde…” Deprem felaketinin büyüklüğünü ve meydana getirdiği tahribatı özetler nitelikte olmuştu bu söylem. 

Ürpermiştim. Çünkü az önce canımızı kurtarma ihtimali vermediğim depremden kendimizi dışarı atmamız üzerinden çok az zaman geçmişti. Saat 04:17’de vurdu. Herkesin uykuda olduğu en sağır zaman. Dışarısı karanlık. Konuşmamız bittiğinde telefon saati, 04:26’yı gösteriyordu. Bizlerde depremden nasibimizi aldığımızdan çoluk çocuk arabaya taşınmış, (daha doğrusu kaçmış) bir ara evimizi kucaklayan asırlık çınar’a baktığımda dalları sert bir lodos yemişçesine sallanmasını sürdürüyordu hala. Lodos yoktu, dışarıda kurşun gibi insan suratına çarpan kar taneleri, yerde 10 cm kadar kar ile beraberinde bölge üzerine damlayan amansız sağanak bir soğuk. 

Tuğla rengine boyalı evin 1986 doğumlu duvarlarını yerinde görme ihtimali ancak bir mucize olurdu diye düşündüm. Bakmaya cesaretim yok. Bir ara gözlerimi kaçırabildim. Hayır, duvarların hepsi yerindeydi ve bu deminki sarsıntının matematiğine göre imkansız bir şey. 

Ardından telefonuma hücum eden çağrı ve mesajların sayısı bir şeylerin iyi gitmediğinin aritmetiğini net verilerle anlatmaya yetiyor. 24 Ocak 2020 günü bölgemizi yıkıp geçen deprem tüm iyi olmayan anılarıyla telefonuma gelen çağrıların sayısından fazla hafızama yerleşiverdi. Üzerinde AFAD yazılı bir çadırda kışla birlikte 4 ayı nasıl geçirdiğimi detayları tekrarı anlamına gelen bu yeni sarsıntı lakin o gününkine hiç benzemiyordu. Arabanın kapı camından çadır açtığım yere baktım. Kar ve çamur vardı yerinde. Bir daha aylarca çadırda yaşama mecalim yok. Gecenin bir yarısı yağan yağmurdan çadır içinin su dolmasını bir daha göze alamayacağımı biliyordum. Sırtıma balyoz gibi DİPTEN vuran artçılar sayesinde bir daha uyku paranoyağı olamam. 16 m2’lik bez alanda ikinci bir kışı atlatamayacak direncim kalmadı. “Ölürsem evimde ölmeliyim” sezgisi ince bir detay halinde geçiyor aklımdan. Uykuyla birlikte yüzüm de paramparça. Hayallerimde. Geleceğe yönelik bir çok düşüncemi o gün ertelemiştim oysa. 

Sonra bir kaç gün içinde deprem hasar tespit raportörleri gelmişti, dört kişiydi. Sakarya’dan geldiklerini söylediler. İçlerinden biri bana (etnik yapımı ima ederek) “hem devlete düşmanlık edersiniz hem başınız sıkıştığında da devletten yardım beklersiniz” sözü ile acaba bir daha karşılaşır mıyım tereddütüne kapıldım. Soğuk bir ter alnımı sıvazladı. Canımı depremden çok fazla yakmıştı o söz. “Biz devletimize düşmanlık etmeyiz, yalnış yerden konuşuyorsun efendi. Mağduruz ama ne olduğumuzu biliyoruz” cevabıma rağmen neden ağzı burnunu kırmadığımın pişmanlığını 3 yıl 15 gün hep taşıdım kendimle. Defalarca onu Malatya’ya götürdüm getirdim, farklı şehirlere götürüp gezdirdim yanımda, onunla yemek yedim, biriyle sohbet ettiğimde içimdeydi, geceleri onunla uyudum, sabah uyandığımda ilk aklıma gelen psikolojik çöküntüydü. Deprem çöküntüsünde şiddetli. Acaba yine aynı haksız ithamlarla karşılaşacak mıyım sorusu deminki depremin şidettinin 2 katından fazla sarstı beni. 

Ah… AH bu depremler var ya bu depremler. Öyle bildiğiniz gibi değil işte. 30 saniye, 40 saniye, bilemedim 1 dakika sürüyor ama acısı yıllarca bitmek tükenmek nedir bilmiyor. Bir yakınını kaybetmezsen bile tanık oldukların, haksızlıklar, adaletsizlikler, birileri siyasetten torpilli diye devletin tüm imkanlarından faydalanırken senin haklarının bertaraf olması bile acısı çok keskin bir kılıcın böğrüne saplanmasına kadar hazin bir hikayeye dönüşüyor. Aslında bu depremlerin manası birilerine “ye kürküm ye, birilerine öl beceriksiz öl” demektir. 

Tıpkı ikamet ettiğim konutumun başında dönen dolaplar gibi. Alt üst zavallı bir ev. Uzak bir köyde, sıradan insanlar olarak, sıradan olmayan hadiselerin yaşandığı. Ne hikmetse AFAD’ın tüm imkanları bu zavallı evin genel durumu hakkında net bir veri ortaya koymaya yetmedi bir türlü. Şu işe bakınki 24 Ocak 2020’deki 6.8’lik depremden 6 ay önce bölgemizin konutlarının depreme dayanıklılık fizibilitesi çıkarılıyor. Ve konutuma yarı (orta) hasarlı raporu veriliyor o gün. Eyvallah. 6.8 şiddettindeki deprem sonrası nasıl olduysa sağlam raporu veriliyor bu kez. Hadi buna da eyvallah. Sağlam şeklinde süreç devam ederken 1 yıl 3 ay sonra 0422’li bir telefonun AFAD’an aradığını söyleyerek “konutunuzu orta hasarlı yaptık Timur bey” telefonu ile söyleyecek söz kalmamıştı gayri. Belliki emir talimatla olan biten bir şey. Sağlamdır diye bir yıldan fazla zaman girmiş araya ve bu yüzden geçip oturduğumuz konut bir gün AFAD binasında bir bilgisayar tıklamasıyla orta hasarlı yapılıyordu. 

Bunada eyvallah mı? 

Haliyle bilgisayar exel listelerinde değiştirilen verilerin bir de tanımlanması var. Tanımlaması şu: Orta hasarlı konutlara güçlendirme adı altında 60 bin TL devlet destek sağlıyor. (o sıra) Fakat güçlendirme için projelendirme yapıldığında minimum 300-700 bin arası bir güçlendirme masrafı çıkabilmektedir. Ve bu güçlendirmeyi de 1 yıl içinde yapmak zorundalığın var. Yapmazsan eğer sorgusuz sualsiz prosedör gereği konutunun yıkılacaktır. 60 bin güçlendirme için yetersiz geldiğine göre nerdeyse yeni bir ev yapma parasını güçlendirme için vermeye gerek olmadığına göre geriye kalıyor tek şık: konutunun yıkılması. Ve karşışında hiç bir depreme dayanıklı konut verilmeden hemde. Yani seni bildiğin sokağın ortasına atmak projesi bu. Anladınız mı şimdi? Nasıl kendi kendine orta hasarlı olduğunu, gel de şimdi bu işin altında bir hinlik arama. 

Açıkçası yazdığımız yazılar, savunduğumuz gerçekler birilerinin canını acıtmış olabilirliği, neden durup dururken konutun orta hasarlıya dönüşmesinin bir yerlerden talep edilmesi sonrası böyle bir değişikliğe maruz kaldığını düşünmeyeyim ki? 

Arabada çoluk çocukla -15 soğukta sabahlarken 3 yıl boyunca ne denli acılar, zorluklar, mücadeleler yaşadığımızı ve bunları yeniden tekrarı ile başbaşa olduğumuzun labirentinde bir süre çıkamadım. Sabah oluyor. Gün ışıdı. 3 saatte neler sığdırmadım. Doğa ana ince narin kar tanelerini hala yeryüzüne büyük ustalıkla indirmeye devam ediyor. Rahmet taneleri bir masaldan alıntı sanki. Ağaç dalları yağlı boya tablolarından çıkagelmiş. Evin bacası hala tütüyor. Çınarımız biraz mahzun. Uzak dağlar herşeyden habersiz uykuda. Kar ise arabanın ön camını tamamen kapattı. Sarsıntı olağancaydı, bundan sonra nerde oturacağımızı düşünüyorum. Ama şükür canımız sağ ya arabada da idare ederiz diyorum. Cevabım netmiş meğer. Onlarca kez şükrediyorum. Bildiğim tüm duaları dilimde tekrarlıyorum. Bize verilen çadır ise kar altında çökmüştü. Olsaydı iyi olurdu. Şimdi nerden bulacağım bir çadır. Keşke bir konteyner alsaydım o zaman. Bana vermezlerdiki. Doğru ya ev sağlamdı o zamanlar, bir yıldan fazla zaman sonra orta hasarlıya dönüştü. Hey Allah nasıl unuturum. O da herhangi bir tespit yapılmadan. Demek birileri istese bazı konutlara orta, ağır yada sağlam diye kafasına göre ayarlayabiliyordu. Ee Türkiye burası, her şey mümkün. 

Kimler hiç yoktan ev bark sahibi oldu, evlerini kiraya verip asıl ikamet ettikleri şehirlere göçtüler yine. Kimileri de sürüm sürünüyor dünya gazabının suçlusu yerine memleketin viran yerlerinde. 

Neyse…

Ve bir daha. Şarj kablosunu almış kapıyı çekerken başladı. Balkon üzerinde bir anda çakılı kaldım. Kaçmaya fırsat vermedi. Aman allahım bu çok korkunç. İkinci depreme çocuklar arabada ben balkonda yakalandım. Balkondan beni aşağı fırlatacaktıki son anda çınarın köküne sarıldım. İlk aklıma gelen ev yıkılırsa da çınar köküne sarılı kalacağım ve kurtulma umudu çıkarıyorum bu fikirden. Doğanın sert ve ölümcül hamlesi durmak nedir bilmedi. Saatler öğlen sonrası. Hava puslu. Soğuk mavzer kurşunu gibi. Yerde kar. Yollarımız kapalı. Deprem durduğunda beynim sendelemeye devam ediyor. Her şey dönüp duruyor etrafımda. Kendimden emin olmayan adımlarla merdivene yöneldim. 

Cebimdeki telefonu ne zaman nasıl açtığımı hatırlamıyorum. Bir arkadaşım, açık telefondan çığlık çığlığa bağırıyor, korku dolu haykırışları, başka insan sesleri yankılanıyordu. Ve acı dolu çığlıklarına karışan bir binanın yıkılma sesini net duyabilmiştim telefon ahizesinden. Sonra cevap vermeden telefon kendiliğinden kapandı. Seslere bakılırsa Malatya’da durumlar çok kötü. Bizim çınarın zirve dalları yine çıldırmış halde dolanıyor birbirine. Tuğla rengine boyalı 1986 doğumlu evimizin duvarları normalde 50 MT ileriye uçması gerekiyordu. Sapa sağlam yerinde olduğuna inanamıyorum. Bu bir mucize olmalı. 

Richter ölçeğine göre ilki 7.4 ile başlamış daha sonra 7.7 şiddettinde bir deprem olduğu güncellenmesi üzerinden 7 saat zaman farkıyla birbirinden bağımsız ikinci deprem ise 7.6 şiddetinde gerçekleşmişti. Ve 10 ilimiz nerdeyse haritadan silinmişti.

Sabah ilk depremle arayan dostum yine aradı. Ağlıyordu. Ses tonu tarumar. “Timur …” dedi sustu bir süre. “Malatya’yı da kaybettik. Annem enkaz altında. Yüzlerce binlerce insan yıkılan binaların altında kaldı. Hakkını helal et!” dedi ve kapattı. Neler olduğunu az buçuk kestirebiliyordum. Başımı koyduğum direksiyon üzerinde bir süre ağladım. Dayanılır gibi değildi. “Kalkın eve gidiyoruz. Herkes evlerinde ölmüş. Bizde ölürsek evimizde öleceğiz.” 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu