DünyaEkonomiGündemKöşe YazılarıMalatya

Uzaklardan Gelen Teneke Sesleri (Berse)

Bu sabah uyandığımda camdan görünen Bulgurlu köyü arkasındaki sırta dikilmiş Türk bayrağının dalgalanmasını uzun süre izledim yatağımda. Kümulus bulutlarla birbirine sukulmuş, ahenkli duruşu ve yayvan sırtın azalarak rakımı düşen ince narin belirtisi, doğmamış güneşin kızıllığına koyu bir morlukta meydan okuyordu. 

Tarlalar haki renginde, kayısı bahçeleri ziftli bir mürekkep yanığı gibi yere dökülmüş. Çevre yolundan geçen araçlar izmarit kadar incecik ve küçük. Biraz sonra sayıları artacak bu izmaritlerin. Uyanacak insanlar ve şehre akın edecekler. Kimi Elazığ’ından kimi Kale, Pütürge ve Doğanyol, doğunun diğer illerinden başka illere . 

6 Şubat günü, hatırlamak istemediğim yıl dönümünde depremin izleri hala silinmemiş, her yerde deprem kalıtıları hala. Konuştuğumuz 5 kelimeden biri muhakkak deprem. Tam bir yıl oldu. Acısı ise asırlık. Şimdi yeni iddialar, tezler öne sürüyor bazıları.  Kimliklerimize yeni isimler ekliyorlar. “Deprem şehri” gibi küfük, sahife no’su belli olmayan argümanlar ile ölü sayıları, gidenler, kalanlar, yeni yurtlar, adresler, işler, çaresizlikler hepsi bu tarihten  itibaren hayatımızı sinsice girip tarumar eden birer vurguna dönüştü. 

Dün ise gece yarısından sonra uykum kaçmış, sabaha dek uyumadım. Biraz sosyal medya bakındım öyle, eski tadı yok, şiir yazmak en iyisi derdim o da olmadı. Oda arkadaşlarım fukur fukur uyuyor yataklarında. Kalkıp salonda bir tur attım insanları rahatsız ederim düşüncesinden sonra tekrar yatağıma içekilip belki gözlerinmi yumup uyuyabilirim umudu içinde iken hemşire Rümeysa içeri girmiş bir baktım koluma geçirdiği tansiyon aparatı ve bir türlü varlığına alışamadığım parmağımın ucuna tuturduğu sıtrataseasyon cihazının rakamlarında aklım hala ne yapacağımı bilememekte.. 

Benim ilk başlarda sürekli Suriyeli olduğunu düşündüğüm Rumeysa meğer Adana’lı ve bir de ressam çıkınca hastane odası sanat konuşulan bir ortama dönüşmesini hemşire Hatice, Adıyamanlı intör dr Fatih tamamlayınca ilaç, serum, bitmek bilmeyen tahlil mesaisini bir sanat akıma dönüştürmüştük. Rümeysa ile küçük bir sanat üzeri söyleşiyi de araya sıkıştırdık tansiyondan sonra. Gençler eskisi gibi düşünmüyor artık. Evleneyim, çoluk çocuk sahibi olmak benzer fikirleri pek yok kimsenin. Herkes kariyer peşinde. İyi bir yere gelmek istiyor. Geleceğini garanti altına almanın kavgasını veriyorlar. Bunun için elindeki tüm yetenekleri hayatın akışında seferber ediyorlar. 

Sabaha 5-6 saat var daha, Rumeysa hemşire başka hastalarla ilgilenmek üzere gidince kantine inmeyi tasarladım kafamda. Çoraplarımı özenle giydim, kazağım geçirdim üzerime  ve bir de atkımı boynuna düğümledim. Malum hava dışarıda eksi bilmem kaçlarda. Başhekimlik katından dışarı çıkınca Malatya’nın soğuk kurşun gibi soğuğu hemen çarpıyor yüzüme. Kantine vardığında saat 01:12’yi gösteriyor. İçerisi ise. tıklım tıklım. “Herkes hasta” diyorum içimden ve “bunlarda yakınları” olmalı… Her zaman ki gibi tost ve şişe Yedigün ısmarlayacağım kendime. Küçüklüğümden kalma bir alışkanlık. Ve de bunun bir hikayesi var kendimce. Kahraman Maraş Elbistan’la ilişik bu yaşananlardan geriye kalan tost şişe Yedigün.

Neyse kasdam siparişimi verdim, orta yerlerde bir masa sandalye de oturmuş hazırlanmasını beklerken, 50 yaşlarda olduğunu düşündüğüm biri yaklaşıp telefonumu kullanmak üzere ricada bulundu. “Oturun” deyip telefonu uzattım. Geçip çaprazıma oturdu. Bir numara arayıp çok kısa konuştuktan sonra  telefonu yavaşça ve saygılı bir şekilde masanın ortasına indirdi yine. Nereli olduğunu sordum “Bingöllüyüm” dedi. “Neden hastanedesin?” deyince gözleri doldu aniden “oğlum ağır hasta” diyebildi. Çok fazla kurcalamak istemedim. Konuyu anlamış ve değiştirmeliydim. “Tost söyledim kendime, sana da söyleyeyim” teklifime pek fazla itiraz etmedi. Tostlar masaya geldiğinde Bingöl Solhan’a gittiğim bir tarihte yaşadığım bir mevzuyu anlatıyordum. İsmi Latif olan ve 48 yaşında olduğunu söyleyen kişi ile ufaktan başlayan sohbetimiz gecenin renginden beter hale geldi. 

Sen tost söyledin, ben de çay alacağım bize” sözlerinin bir müddet sonra ağzından nasıl bir nezaket ve saygınlıkla çıktığını şok etkisi beynini yontarken “olur” sözümden sonra deli bir sevincin bedenini işgal ettiği o birden masadan kalkıp kasaya doğru fırlaması ve elinde iki çayla dönüvermesi her şey gecenin demine çift şeker tadı ekliyordu. 

Ben daha çok soru soruyor Latif cevaplıyordu. Bir ara anlattıkları arasında “Berse” diye bir isim geçmişti, “Berse kim?” deyince, sesiz ve alıngan gözleri kantini içini turladı… “Anlatmak istersen dinleyeceğim” ve “merak ettim.” Berse bizim buralarda benzer isimler olmaz, “anlamı?” “Nehir kenarı” dedi. Latifin ara sıra söylediklerine karışan Zazaca cümleler benim Kürmançi bazı müdehalelerim ve Türkçe sonuca bağladığımız sohbet git gide alevlendi.

Nehir kenarı” anlamına gelen Berse meğer Latif’in eşinin adı imiş. Ve dayısının kızı. Severek başlayan çocukluk aşkından sonra evlendikleri ve mutlu bir hayatları var iken bir gün aniden başlayan şiddetli bir baş ağırısı ardından doktor, hastane derken Ankara’da bir hastanede teşhiş konulan beyin kanseri denilen iletin sonucunun vahameti ve onu kaybettiğinin 7 yılını gün ve saati ile birlikte söyledi. 

Berse bitmek bilmeyen gecenin konusu oldu birden. Berse’nin tipi, boyu, sesi, söyledikleri, anılarına kadar her şeyine ortak oldum. 4 kız, 2 erkek çocuğun küçük erkek çocuğu Ceylani’nin akciğerinde hızla büyüyen kitle ve umutsuz bir ses tonu ile söylediklerine karşılık bende “hiç bir zaman allahtan umudunu kesme” tesellime karşılık “Berse’den sonra oğluma da bir şey olursa ben yaşayamam” diyen bir babanın ikinci çayları masaya taşıması her şey dünyanın dönme hızına entegreli bir terslikte gerçekleşiyordu. 

Kalktığımız da saat 04’ü çeyrek geçiyordu. “Ya sen?” dedi bir ara… önce klasik hastanede neden olduğumun açıklamasını yaptım. “Hayır o değil, yüzünde bir acı var”“ şakayla karışık “neresinde?”deyince gülümsedik. Gecenin içindeki ilk tek ve son gülümsemiz. “Ben anlarım”!sözleri”, benim kaçıştırarak , “bu konulara girmeyelim, kısaca başıma gelmeyen hiç bir şey kalmadı bu dünyada dersem anla İşte…” dediğimde bir müddet ikimizinde  kelime üretecek gücümüzün kalmadığını ve sustuğumuzu fark ettim. 

Dışarı çıkıp hastane girişine doğru yürüdük. Yolda bir sigara uzattı bana. Kullanmadığım halde aldım. Çakmağıyla yaktı. Başhekim binasının çevre yoluna bakan duvarın korkuluklarına tutunup gözlerimizi Bulgurlu tarafına göndermiştik. Sigarlarımız ise dumanlıyor parmaklarımız aracında öylece. Çevre yolundan seyrekçe geçen araçların zayıf ve cılız ışıkları harici her şey donuk. Soğuk keskin bir kılıçtan beter karanlığın böğrüne saplanıyor. Gecenin en sağır ve sessiz saatleri. Hiç bir ses, ton, gelişi güzel kulaklarımızı tırmalayan bir gürültü yok ortalıkta. Her şey kaderine ve uykusuna çekilmiş. Bir süre sonra “duyuyor musun?” dedi bana Latif… “Neyi?” “Teneke seslerini” dedi ardından. Az dikkat kesinlince Bulgurlu yönünde çok uzaklardan gelen teneke sesleri çın çın çınlıyordu. “Evet, bizim buralarda domuzlar son yıllarda çoğaldı, domuzlar yazın bahçelere zarar vermesin diye konulmuştur. Kaldırılmamış anlaşılan” dedim usulca . Latif “hayır” dedi. Bakışları kalkı göğe doğru. Sesi hırçınlaştı. “Berse ölmeye yakın aynı sesleri duymuştum yine. Ve aynı sesler burada yine duyuyorum.” Aslında ne demek istediğini anlamıştım. Ama bir şey demedim. Sustum. 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu