Köşe Yazıları

“BİR İNSANLIK MASALI, BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ”

Hiçbir yalan yoktur ki bir insan kadar ömrü olsun. Bazı patolojik vakalar vardır tabi… Tıpkı çok sevdiği birinin ölümü karşısında bir türlü kabullenememe, hatta mezarı başında sabahlama seansları yaşayan bir insanın serencamında olduğu gibi bazı yalanların ispatı karşısında hala o yalanlara inanmayı sürdüren insanlar da mevcuttur. Üstelik bu serencamı yüzlerce, binlerce yıldır sürdüren kabileler, toplumlar, milletler var…

Yalan dedik. Yalanlarla yollanıyoruz. Peki nereye gidiyoruz? Evet, “Ne-re-ye gi-di-yo-ruz?” Her kesimden, her yaştan, her sosyal sınıftan insanın gerek kendisine gerek başkalarına en fazla yönelttiği soru kalıplarından biri… Kutsal metinlerin, insana akan düzlemde mükerrer olarak kullandığı en ana telkin unsuru… Bugüne değin teknik, akademik, siyasi veya mikro parantezlerde aslında birçok kez cevabı verilmeye çalışılan bir soru…

Çok radikal olacak belki ama nihai ve olumlu bir cevaba varıldığını zannetmiyorum.

Ömrümün son 7 yılı ara ara da olsa şunu düşünmekle geçti:

Yaşadığımız keşmekeş, genelde tüm insanlar, özelde de Türk toplumu olarak bir kandırılma serüveni ise ve “Birileri bizi yiyor; birileri bizi fena kandırıp avutuyor” cümlesi 10 yaşındaki çocukların bile diline düşmüş ise nasıl oluyor da bu kandırılma serüveni bir türlü sona erdirilemiyor?

Örneğin insanlık tarihi olarak avcı/toplayıcı topluluklardan şehirli hayata geçiş yapan toplumlar haline geldiğimiz/getirildiğimiz o dönemeçte, birkaç yüzyılın yasa, kural, ilke ve etik gibi manzumelerin oturtulmasıyla sürdürülmesinden sonra; tüm insanlar olarak temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için sözüm ona medeni hayatta, avcı/toplayıcı toplum zamanından daha ağır şartlara tabi tutulmuşuz. Demokrasi, nezaket, zarafet, ilke ve prensipler dediğimiz ne varsa hala yürürlükte olan orman kanunlarına bir kılıfmış meğer… İnsanın içinden “Acaba birileri, dünya dışı varlıklara rezil olmamak adına mı ilkelliklerine bir kılıf bulma çabasına girdi?” gibi absürt sorular sormak geliyor.

Şimdi gelelim tarihin en mücadeleci, en onurlu, en ipe sapa gelmez, bıçkın, eğilmez, tavizsiz milleti Türklerin medeni iklimindeki, yani Türkiye’deki son duruma… İşin başlangıcını ele almak için bir köşe yazısını mesken tutmak yanlış bir karar olur. O yüzden direk konuya giriyorum.

Efendim Türkiye… Yeme, içme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanların sokak röportajlarında 20 yıllık general edasıyla konuşup mevcut düzeni savunduğu bir yer oldu.

Türkiye, son 40 yılın muhasebesini yapamayan insanların 1000 yıllık meselelerde kamplaştığı, bölündüğü, kavga ettiği bir yer oldu.

Türkiye, kendisine dair babasının koyduğu isimden başka bir şey bilmeyen, kendini tanımayan, kendini gerçekleştirememiş psikopatların ulvi aidiyetlere, kimliklere, inançlara sığındığı bir yer oldu. Üstelik bu aidiyetlerin ürettiği yapay tabelalar altında kalplerin kırıldığı, kanların döküldüğü, insanların esir edildiği, susturulduğu bir yer…

Türkiye, sendikaların işçi hakkı yediği, bürokrasinin bürosuna yapışıp kaldığı, vekilin asilden kanunlarca üstün tutulduğu bir yer oldu.

Türkiye, Tanrı adına birbirinin canını alacak cesarette(!) fakat bir o kadar da korkaklıkta zirve milyonlarca yaratığın kaçıp gelip dolduğu bir yer oldu.

Türkiye… Tanrı’nın aksini Şeytan, Şeytan’ın aksini Tanrı olarak görüp “zıt ile mümkün olmak” mukayesesini yanlış zemine oturtan ve bu yüzdendir ki Şeytanlaşabildikçe Tanrılaşmaya umudu.

Tanrılaştığını zannettikçe de Şeytanlaşmaya cüreti artan güç sahiplerinin hüküm sürdüğü bir yer oldu.

Yalanla yollanıyoruz” dedim ya başta… Sonra da “nereye gidiyoruz” dedim. Bu noktada ben hepimizin yalancı, hepimizin kandırılan olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında sadece bir elin parmak sayısını geçmeyecek insanın samimi olarak nereye gittiğimizle ilgilendiğini düşünüyorum.

Böyle olmasa… Muhafaza edilecek değerlerin, kendilerini muhafazakar olarak adlandıranlar tarafından ayağa düşürülüp ezilmesine müsaade etmezdik. Bununla birlikte değerlerimiz üzerinden politika yapıldığı vakit bunun bir tuzak olduğunu çabucak farkederdik.

Böyle olmasa… Eski dünyada Firavunlar, yeni dünya konjonktüründe ise Küreselciler olarak ortaya çıkan canavarlara topraklarımızı ve topraklarımızdaki sürdürülebilir kaynaklarımızı sırf ideolojimize uygun olan politikacılar peşkeş çekiyor diye ses çıkarmamazlık etmezdik. Öyle ya, satış geleneksel ve imani bir üslupla gerçekleşiyorsa; bir de suyun üstü milliyetvari aidiyetlerle köpükleniyorsa ne önemi var ki değil mi?

Böyle olmasa Anadolu İrfanı diye diye irfandan mahrum bırakılmazdık.

Böyle olmasa’lar bitmez tabi ama burada asli olarak vurguladığım son 21 yıldır bizi yönetenlerin ideolojik kimliği veya dini inanışı asla değil… Bendeniz burada düpedüz bir insan psikolojisi modelinden ve bu psikolojik modelin çarpılıp büyüttüğü sosyolojik bir gerçeklikten dem vuruyorum. Zira son 21 yılımızı Laik ve Seküler olan kanat yönetip şekillendirseydi ve bu seküler kanat da aynı yanlışları kendi değer yargıları kılıfıyla gerçekleştirseydi; sözüm ona Laik, Kemalist, Seküler olan seçmen de sırf muhafazakarlar iktidara gelmesin diye bu yanlışları görmezden gelecekti. Hatta parasız, güçsüz, çulsuz kalınsa bile…

Nereden biliyorsun canıım?” dediğinizi duyar gibiyim. Siz bakmayın benim böyle peşin hükümlü cümleler kurup eşikleri rahatça atladığıma. Ne kafa patlatmalar var bu cümlelerin ardında…

Yapılan iyilikleri başa kakan ama yapılan kötülüklere başkaldırmayan bir toplum olduk. Örneğin hakkı yenen iki farklı görüşten işçiyi, emekliyi, hatta depremzedeyi yan yana getiremiyoruz. Fakat bu insanlar birbirlerine girmek söz konusu olduğunda dakika sektirmiyor.
Birileri tüm dünyadaki ulusların genetiğini, psikolojisini, sosyolojisini çözmüş efendim. Bu birileri hangi coğrafyanın ne türden yönetimlere, imajlara, liderlere ihtiyacı olduğunu biliyor. Topyekün bir insanlığın aşamayacağı tek şeyin duygusallık olduğunu da biliyor. Bu yüzden kimlikleri, aidiyetleri, değerleri, gelenekleri ve dinleri önde tutup insanların temel ihtiyaç ve haklarını alttan alttan gasp ederek insanları aidiyetlerini, kimliklerini, değerlerini koruyamayacak bir duruma getirebiliyorlar. İşte bu bir algı ve psikoloji meselesi değil de nedir? Kim topyekün bir insanlığın zihninin çalışmadığını, zekasının olmadığını iddia edebilir?

Yine Türkiye özelinde bakacak olursak, Cumhuriyet dönemi evveli Alevi-Sünni travmaları, cumhuriyet dönemi sonrası Muhafazakar-Seküler travmaları ve işin nihayetinde garibanın evine ekmek götürememesinin travmadan sayılmaması gibi bir seviyeye gelmek herhalde sadece biz Türklere has bir çelişki olsa gerek…

Her dönem birileri aç, her dönem birilerinin hakkı yeniyor, her dönem yolsuzluk var, her dönem çalma var, her dönem yağma var. Fakat yakın tarihin sadece 10 veya 20 yılını kapsayan, hade diyelim 100 yılını kapsayan politik travmalara tüm bunlardan daha fazla konsantreyiz. Oysa karnımız tok, sırtımız pek, başımızın gönlümüzden geçenle bağlı olduğu sorunsuz bir yuva için bu coğrafyanın her bir ferdi olarak yan yana gelebilsek; inanın kimin muhafazakar, kimin Seküler olduğuyla da ilgilenmeyeceğiz belki… İlgilensek dahi, kimse bu farklarımızı bizi sömürmeye araç edemez değil mi?

Fark etmek ne güzel şey… Hani soruyorsunuz ya içten içe “Eee çözüm ne?” diye… Çözüm fark etmek efendim. Fark edip içselleştirmek…

Gelin sizle güzel bir ahitleşme yapalım. Evvela bakış açımızı değiştirelim. Temel ihtiyaçlarımıza odaklanalım. Bu ihtiyaçlara odaklanırken başkasının temel ihtiyaçlarından eksiltme gayesi gütmeyelim. İnanın bu gerçekleşirse, tüm bu kandırılmalar fark edilip kabullenilirse ibadet de tat verecek, milliyetimizin demi de… Bendeniz, bir ütopyadan, hayalden bahsetmiyorum. Gerçekte yaşanması zor olan şey mevcut düzenin kendisiydi ve adeta bir çaba sonucu buralara gelindi. Şimdi tekrar, koşulsuz bir sevgi ve cesaretle yeniden bizim olana varmak için yeni bir çabaya ihtiyacımız var. Gelin bu çabayı göstereceğimize and içelim.

Zor değil… Sizden ricam, okuduğunuz bu yazıyı, sizin için değerli olan iki insana daha okutmanız… O iki insana da aynı telkini yaparak tabi…

Hep merak etmişimdir. “İnsanı”, insandan başka hiçbir yerde deneyimleyemiyor, dercedemiyoruz. Ancak “insanlığı” bir kedi sevecenliğinde, bir kangal babacanlığında, bir kaplumbağa dayanışmasında, bir ağaç gölgesinde pekâlâ bulabiliyor, ona dokunabiliyoruz. Meziyet dediğimiz cevher niye bir türlü köküne sirayet etmez de başka başka şeylerde mana giyinir?

Gelin insanlığı sadece hayvanlara bırakmayalım. Gelin bizde giyinelim onu.

Olur mu?
Bir başka yazıda, sohbette görüşmek dileğiyle …

Bedirhan KURTOĞLU

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu