GenelGündemKöşe YazılarıMalatyaManşet

BAHARIN KISKANDIĞI ŞEHİR

Bir çocuk!

Ürperti dolu sabahın birinde, sağdan soldan ağaç dallarında havalanan kuş sürülerine çarpıyor. 

İhtilalden yeni çıkmış bir babanın hikayesinde savrulan, konuşmayı pek sevmeyen, saçları kıvırcık, hayalleri hafakan.

Yürüyor, incecik deseniyle bahar yerleşmiş toprakta. Bahar… Arşın kocaman bir örtüyü, kış sonrası büyük bir naiflikle silkeleyip yere çaldığı.. koca koca ovaları, bayırları gözlerinizle gördüğünüz mutlu bir zaman. kadife gibi…

Bir çocuk!

Hislerini ifade etmesi için belki bir çok bahara daha dokunması gerek. 

Evet, babam önümde ben arkasında yürüyerek yola çıkıyoruz. Mezar taşlarına sığınmış nevruz’ları (blazk) geçip, mahallemize inen dar patikadan. Bir çocuk. Kum çakıl yoldan bizi Malatya’ya götürecek Lotto’nun otobüsünü beklemeye koyuluyoruz, baharın ortasında filiz kıran, fiziki ve metafiziki bir ışıklı gün altında. 

Önü mavi renkli kamyon (Isuzu marka olduğunu yıllar sonra anladığım) gelip durdu önümüzde. 

Sessizlik uzaklara çarpıp geri dönüyor bizlere. Kimse yok, kuşlar yok, tekerlek sesleri yok. 

Sadece motor’un hırıltısı babamla kamyon sahibinin sesini kesiyor. 

Birazda rüzgarın tınısını!

İtilmiş, kakılmış, horlanmış, coplanmış, dipçik yemiş bir baharın yurdundan… bir çocuk! Uzak bir köyün kıvrımlarından sonra hayatında ilk kez Malatya’ya gitmenin sevincine bulanmış.

Nasıl bir yer Malatya, rengi nasıl? Elleri kocaman mı? Gözleri iri, kız mı erkek mi? 

Mavi renkli kamyon önünde iki dev portakal asılı, ‘onları yemeliyim’ modunda geçtiğimiz rampalar, düzlükler, virajlar, keskin uçurumlar. Portakallar sallanıp duruyor gözüm önünde. Bir dağın en zirvesinden geçiyoruz, etrafta müthiş bir seyhâ. Kevenler, süsenler hızla uğurluyor bizi. Ardından bulutlar düşüyor kamyon kasasına. Portakallar daha turuncu. Bu kuvvetli rengin karşısında ne yapabilirsiniz ki? Ürperti dolu bir sabahta, ürperti ile dokundum almak için birini. Meğer plastik süs olduklarını anladığımda dağın zirvesi üzerime yıkılıyor. 

Sonra Malatya dedikleri yer, ne kız ne erkek, başlıyor şehrin iri gözleri. Kamyon yılan gibi dalıyordu boş yolların koynuna. Kalabalıklaşan araba, kamyon, pikaplar. İnsanlar, at arabaları ve silüeti fakirliği andıran yamulmuş çatılar. Bir yerde indiriyor bizleri. Mezarlık yolundan çıkarken gibi değil babam kolumdan tutuyor bu şatafatlı, insan dolu yerde. 

Bir çocuk!

Zemin sizi saygıyla karşılıyor sanki. Sokaktan sokağa artıyor merakım, camekanlarda kendimi gördükçe.

Tel arabalar süren akranlarım, çember çeviren, montları ne güzel.

Merakınıza yenilmekten başka ne yapabilirsiniz… 

İlk kez geldiğim Malatya, babamın ufak kelimelerle tarifleri, dolaştığımız sokaklar. Öğlen yemeğinde tas kebabı, yemekten sonra bir dondurmacı da alıyoruz soluğu. Biri dondurma dükkanı duvarının hepsine resim yapıyordu. Bir çocuk. İlk resim yapma sevgisini kafama çivileyen o fırça darbeleri. Yıllar sonra aynı dükkanda resim duruyordu, sorduğumda resmi yapan bir albay. Peki kaç yılıydı? 1985 demişti. 4 yaşında bir çocuk. Ve ilk kez gittiği kenti. 

Akşam Fırat palas otelinde yer ayırtıyor babam. ‘İki kişilik yer tuttum ama sen yanımda yat’ diyor. Kimse odamızda yatmasın diye iki kişilik yer tuttuğunu yine yıllar sonra anlıyorum. 

Kentimin ilk akşamı, bir lokantada kocaman sini içinde gelen yemek yanında sarı gazoz. O sıra sarı gazoz içtiğimi köydeki çocuklara söylersem nasıl içerlenirler.

Üzerinde ışıklı tabela bulunan bazı arabalar. Yaşadığımız köyde henüz elektrik yok ama bu şehirde yanan bunca ışığa aklım takılıyor. Her taraf ışıl ışıl. Kaldığımız Fırat Palas otelinde tavanda sallanan şey, adı ampülmüş, babam bir düğmeye bastığında yanması ne kadar tuhaf. 

Kornalar uykumu kaçırıyor, gerçi benimde uyumaya niyetim yok, pencere arkasında izlediğim sokak (Kışla) ne çok insan, arabalar, dükkanlar. 

Bir ara babam sert bir sesle uyarı yapınca kıvrıldım kucağına. 

Uyanıp pencere başına geçiyorum hemen. Sabah olmuş. Hayatımda içtiğim en lezzetli çorbayı kaşıkladığım vakit, çorbanın boğusu sere serpe yüzüme vuruyor, hiç doymayacağım hissi ile kaşığı taşıyorum ağzıma hızlıca. Tas tas taşınıyor çorbalar. Etrafta onlarca kişi daha. 

Çorba içtiğimiz lokantadan tam çıkarken babamın karşılaştığı bir adam, upuzun ince boyu kemikli uzun yüzü ve çenesinin altına inen bıyıkları dikkatimi fazlasıyla çekiyor. Hal hatır faslı ve konu değişiyor aniden, adamın ağzından dökülen inci değil acı kelimeler. Derken… ‘Bir arazim var bu gün satmam gerekiyor. Devlet hastanesinin orda. Çocuğum anarşistlere katılmış, arazimi satıp çocuğumu kurtarmalıyım’ sözleri yok ediyor ağzımızda çorba tadını.

Bir çocuk daha! 

Kimbilir belki gözlerinde yarım kalmış çenç uykular bekliyordu hâlâ. 

Babam önüne bakıyordu hayıflanarak. Pek fazla bir şey diyemiyor. Adamın up uzun boyu kısaldı, esmer rengi griye çaldı, sesi çatallaşmıştı anlattıkça, ardından ağlamıştı. Yanaklarından inen damlalar bıyıkları içinde kayboldu. Kasketiyle sildi göz altlarını. Oğlumu öldürecekler, bu arazimi satıp oğlumun peşinden gitmem lazım sözleri tekrarlandı durdu. Bir çay ocağı önüne gelmiştik. Hikayenin detayı ve bir babanın çaresizliğine çay ocağında tütün tabakası içinde o masa üzerine bırakılıverdi. Kalın sarılmış iki kaçağın dumanında tüten. Onlar çay sigara ben sarı bir şey içiyordum. 

Çocuğa bir oralet daha… 

Gerger Pardaso’lü Abdullah’ın hikayesini o gün o masada hüzünle terk ettik, sonunun ne olduğunu hiç bilemeden.

O adamı hiç unutmadım. Enkaza dönüşmüş bedeni bir oğulun ardından çırpınıp duruyordu. O ressamı da hiç unutmadım. Her fırça darbesinde bir dünya kuruyordu. Dağlar, tepeler ardım sıra. Çiçekler rüzgarlı bir bayır aşağı. Sarı gazoz, oraletin tadı hiç bir zaman öyle olmadı bir daha. Kamyoncu bölgemizin esnaflarından Ağvan’lı Tahir Ramazandı. Yol boyu benle sohbet etmiş sükunetli sesini kırmızı fanilamın cebinde sakladım yıllar boyunca. 

Kentime ilk gelişim, saf buhurlu bir bahar günü;

Ve gençlik, delikanlılık, nice güzel anı daha, aradan yıllar geçti de, her gelişimde doyamadığım…

2023 Şubatı denildiğinde vuruldu kalbinden! Onların hiç biri yok artık. Ne sokaklar, ne o gün oturduğumuz çay ocağı, ne dondurmacının bulunduğu kuyumcuların arkası. 

Ruhu devrilmiş şehrimin bir arsaya, mezarını elleriyle kazmış gibi. Yine bir bahar arafesi, kış uykusunda. Deprem felaketinin paçavrayaya çevirdiği o şehir, her yanı enkaz olmuş şimdi baharın kıskandığı adın. Nerdeyse her köşe başında anılarımızın olduğu Akpınar resmen yok olmuş, bakırcılar, Dörtyol civarı, sebze hali ve çevre semtler kayıp. 

Renkleri solmuş, sokaklarında cirit atan deli gibi öfkeler. 

Güneşli yüzlere karlı nöbetler yerleşmiş. Ah bu kader çıkmazı, neden böyle. Ah yüreğimin cenneti. Keşke seni böyle hiç görmeseydim. 

Nerede onca insan, kim nereye sakladı sayısız arabayı, neden bağbuzumu yaşamış yeni cami etrafı, daha dün cıvıl cıvıldı! Dükkanlar lokantalar, hırdavatçılar nerede? Bakır döven çekiç naraları!?

Suskunum, en küçük boşlukta açılmış çadırları görünce. Pakistan logolu bir çadır, önünde orta yaşlı bir kadın, çamaşır yıkıyor legende! Yan çadır önünde ise bir dede, 70’li yaşlarda var diyorum. Bir şeyler konuşmak istiyorum onunla. Selam veriyorum. ‘Aleykümselam’ diyor. Dede başlıyor anlatmaya. ‘Ocağımız yıkıldı, evladım gelinimi kaybettim’ diyor. Gözlerinden dökülen yaş değil nehir. Sehven değil ehven onun yerine ben ölseydim keşke. İçeri sesleniyor, misafirimiz bir çay koyun. En zor zamanında bile ikramda bulunmak isteyen kentimin yürekli insanı. 

İki abi daha geliyor, yeni komşularım diyor dede. İsmail gel, gel oğlum Samet. Yüzlerinde korku halen paramparça. Hep birlikte birer çay içiyoruz. Dedenin titrek sesi eşliğinde anlattıklarıyla. 

Sanayi tarafına yöneldiğimde baktım yol kenarında aracının bagajında sebze satan başka birine rastlayınca, durdum. Marul ver, iki göbek, biraz havuç… Başka? Elma, portakal! Başka? Asıl sen söyle başka ne oldu buralarda? Poşetleri hazırlıyorken durdu. ‘Neler olmadıki! 3 daire, dükkanım, yakınlarımı kaybettim. Az mı bunlar?’ Bu arabadan başka bir şey kalmadı elimde. Ekmek parası dedi işte. Arka taraftaki boşlukta ne vardı? Avşar otel dedi. Her gün yanında geçtiğimiz. 60 ceset çıkarıldı burdan. Sahibi de benim öğretmenimdi. Deprem gecesi gelip otelde kalıyor, kendisi de gitti dedi. Başka? Bize dua et dedi sulu gözlerle. 

Konuştuklarımızı dinleyen yan taraftaki kişi bir plastik kasa üzerine oturmuş öylece uzaklara bakıyordu. Kollarını göğsünde bağlamış. İki parmağını açtı bana doğru bakarak… ‘Yirmi gün oldu doğru dürüst bir şey şey yemedim.’ Soru soracaktımki, demin sohbet ettiğimiz abi araya girdi ‘kurcalama onu boşver, Allah kimsenin başına vermesin. Onun derdi kimseye benzemez!’ 

Aslında insan bazen trajediyi görebiliyor. Sormasına ve bir cevap almasına gerek yok. Şehrin trajedisini hissediyorsun, görüyorsun, sonra içinde parça parça trajediler çıkıyor karşına.  

Bir zamanlar mutlu mesut insanlar yaşıyordu buralarda. Onlardan kalma bir koltuk, üç beş eşya, rolu yapılmış iki halıyı kenara koymuşlar lazım olan alsın diye. Tozlar acı bir geçmiş gibi sinmiş üzerine. 

Yerlere saçılmış eşyalar, molozlardan dışarı fırlamış bir resim. Bir zamanlar ne yakışıklı bir adamış. Daha düne kadar duvarda evin yadigarı diye asılıydı. Yada dükkanın. 

Eski buğday pazarı, Ak parti binası, çevresindeki binalar yerlere serilmiş. 

Cılız bedenini zor taşıyan bir çocuk yanımdan geçiyor, simit satıyordu. ‘Hadi 5 tane ver’ dediğimde ilk yorulmuş bedenini koyacak bir yer aradı, gözleri sap sarı, saçları da. Nereli olduğunu sordum muşluyum dedi. Simit alışverişi bitirirken gün her şeyden habersiz alaca rengini örtüyor tozlu vedalar, caddeler üzerine. 

Karşı tarafta bir zamanlar avukat bürolarıyla dolu binaların molozlarını iki kepçe kaldırıyor. Birinin hidrolik pompası patlamış. Yağlar üzerine kovayla dökülmüş sanki. Diğeri durmadan dönüp duruyor, çalışıyor. 

Şehrin yukarısına çıktıkça yıkım azalıyordu. TOKİ’ler ayakta. 

İnsanlarımız endişeli, hayatında acıyla düğümlenmiş bir dönüm noktası içerisindeler. ‘Ne olacak diye?!’ kelimesiz-harfsiz bir soru var herkesin yüzünde. 

Başımı dayadığım direksiyon üzerinde ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Keşke yetkililer başından beri bir çaresine baksalardı da şehrimiz böyle harap viran olmasaydı diye içerleniyorum. Sitem, kesvet ve imtiyazsız bir yorgunlukla seslendim durdum kendime. 

Bu düşünceler içinde Kubbe dağı rampasında buluyorum kendimi. Geriye bakmaya hiç cesaretim yok. Dağın öteki yüzüne geçtiğimde içimde biriken binlerce duygu karmaşası ve yıkım, enkazların altında kalan asıl benim yüreğim. Bir çocuk. O çocukki hiç büyümedi. Büyümeyecekte… ‘Sesimiz duyan yok mu!? Enkaz altındayım. Hayatın enkazı devrildi üzerime.’ Çıkaracak bir kepçe bulmanın imkansız olduğu. 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu