DünyaGenelKöşe YazılarıMedya

BİR KEMAL MESELESİ !

Biri arkadaşına Aslı ile Kerem’in hikâyesini anlatıyor, iki saat; bitince “Anladın mı?” diye soruyor. “Anladım tabi” diyor arkadaşı, “Anladım da Aslı Kerem’in nesi oluyordu, onu anlamadim…” Bizim de dinden anladığımız bu kadar. Her şeyi anlıyoruz anlamasına da Allah bizim neyimiz oluyor onu anlamıyoruz. Biz O’nun nesiyiz, o da tam yerine oturmuyor.

Mecnun’a sormuşlar “Kolunu Leyla için verir misin?”, demiş ya: “Kimin kolunu kime vereyim, kol zaten onun…” Ben ile O arasındaki ilişkiyi hakkıyla idrak edemiyoruz. Ben dediğimiz şey O’nun aslında. Ben, benim değil O’nun. Bunu benliğe hazmettirmeyince yolda sık sık arıza çıkıyor. İlerleyemiyoruz.

Allah hayatımın neresinde? Bir insanın soracağı en temel ve yüce soru bu? Benim ölçütüm budur. Birinin başkalarıyla veya benimle ilişkisine bakmam, rabbiyle ilişkisine bakarım. Odak Allah’tır. Odak kulluktur. Kim olursan ol, kul musun, ona ba- karım; kulluğa razı mısın, talip misin O’nun kulluğuna?

Kul. Külü hatırlatır bana. Sönmüş bir ateşi. Sönmüş bir ateş gibi olmak diledim rabbim karşısında. Savursun beni nere savurmak dilerse; böyle olayım istedim. O kadar yüce ki O; bana düşen sadece boyun eğmek ve secdeye kapanmaktır. Secde en insanî eylemdir. O’nun karşısında kıyam da güzeldir, rükû da; ama en ihtişamlısı secdedir. Yerlere sürmektir yüzünü.

Dua, konuşmaların, sohbetlerin en güzelidir. Ne kadar tek kişilik gibi gözükse de insanın en güzel hitabıdır dua. Ait olduğun yerdesindir çünkü, el kapısında değilsindir. Muhatabın, bulabileceğin en iyi, en ciddi, en güçlü muhataptır. İnsan konuştuğunda bile yanlış anlaşılma riskiyle karşı karşıyadır ama rabbiyle konuştuğunda böyle bir risk yoktur. Ben o duyguyu bilmesem de, insanın babasıyla konuşması gibidir. Yo, bundan emin olamadım, değiştiriyorum teşbihimi, hatalı oldu, annesiyle konuşması gibidir. Şımarabilirsin. Kulluğu iyi anlayan biri rabbi karşısında şımarmanın zevkini de yaşayabilir.

Çok üzülüyorum onun lafz-ı celilinin geçtiği cümlelerinin onun şanına layık olmayışına. Allah rızası kavramı mesela. Dilencilerin nakaratına dönüşmüş. Biri birine diyor ki “Bunu hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için yap…” Yahu Allah rızasından daha büyük karşılık mı var? Rızası ebediyet demek, saadet, kurtuluş demek. Böyle mi telaffuz edilmeli?

Kalp çok dönek Zülal, kalbim çok dönek. En iyilerin kalbi bile bir kararda durmuyor. O yüzden karışık mevzulara girmek için çok atak olmamalı. Bir de karışık değildir temel meseleler, niye karışık olsun ki, kuluna zulmeder mi o? Gereksiz sorulardan, sorgulardan kaçınmalı insan, yoksa sonunda Iblis gibi ye’se kapılır. İblis’leşir. “Amenna ve saddekna!” niye diyemiyoruz ki? “Semi’na ve ate’na!” İşittik ve itaat ettik; mümin tavrı bu değilmidir, neyi kurcalıyoruz? İsrailoğulları kurcaladı ne oldu? İnek meselesinide sorguladılar. yok yaşı kaç, yok rengi ne, yok şöyle mi, yok böyle mi? Yahu kılını tüyünü bırak, Allah sana kes demiş mi, kessene be adam! Namazı kıl demiş, kıl… Sorguların sana o namazı daha iyi kıldınyorsa sorgula, tamam. Ama ayaklarını sabit kalmıyorsa çıkar at aklından.

Cevabı beni aciz bırakacak sorularla uğraşmıyorum zülal sürem sanırlı; kesin doğru olduğunu bildiğim soruları işaretliyorum, ne kadar çok doğru işaretlesem kâr. En zor ve uzun olanla nive zaman kaybedeyim, birazdan çalacak zil, biliyorum.

Bir de sıkıntılı gözüken her ifadeyi en güzel şekilde yorumlamalıyım. İlk bakışta muzır gözüken fikraları bile. Adamın biri camide dua ediyormuş “Allah’ım bana 5 lira ver!” diye, yanın daki adam da 5 milyon vermesi için dua ediyormuş, çıkarmış 5 lira vermiş ilk adama, demiş ki “Al şunu. 5 lira için Allah’ı meşgul etme!..” Bu fıkrayı kim niye anlatırsa anlatsın ben kendi payıma güzel bir yorumla geçiştiririm. Ondaki kötü düşüncenin kafama intikaline izin vermem. Derim ki ilk adamın duası kabul olmuş, 5 lirasına kavuşmuş; Allah hakkında zannı pek de sahih olmayan bir kul eliyle hem de… Muzır bana zarar vermez böylece.

Başkasının, ötekinin dünyasına dalmam Zülal. Kendisiyle meşgul bir insanım. Bir noktada kesişmişimdir, bu kesişme ne kadar sürerse o kadar meşgul olurum; 3 dakika, 3 saat, 3 yıl; donatmam gereken bir hayatım var, meşgul olmam gereken kendi sorunlarım var, çözmem gereken kendi düğümlerim var çünkü. Kendi debelenmelerime, düşüp kalkmalarıma vermeliyim dikkatimi.

Hayaller, arzular insanı bambaşka vadilere çağırıyor evet. Arzulara rağmen insanın çizgisini korumasıdır kıymetli olan, değil mi? Mukavemet oradadır. Yatalak biri meyhaneye gitmiyor diye ödülü hak eder mi? Zaten gidemiyor. Kör biri günaha bakmadı diye ödüllendirilir mi?.. Yine de ben heva ve heves karşısında bir kötürüm ve kör gibi olmayı tercih ederim. O fiili yapamayacak kadar kendini aciz düşürmeyi. O kadar meşgul etmeli ki nefsini, o kadar zayıf düşürmeli ki arzuya ne vakti kalsan, ne mecali.

Günü nasıl tamamladığın turnusol kâğıdıdır. Kafanı yastığa nasıl koyduğun. Yıllar var ki her gece ruhumu rabbime emanet ettim zülal. Yarın yoktur benim için. Her gece son gecemdir. Sabahleyin ruhumun bana iade edildiğini gördüğümde şaşırır ve tedirginleşirim. Çünkü bir gün daha vardır yaşamam gereken ve gecesine nasıl ereceğimi hiç bilememekteyimdir. Meşga- leler aşırı derecede çoktur ve O’ndan uzaklaşmak tehlikesi bir an bile benden uzak olmayacaktır.

Mutlu olmak diye bir put var zülal. Sırnaşık bir put; kırdım o putu ben. Burada mutlu olmak için var değiliz. İmkânsız bir görev bu ayrıca. Mutsuz olmak için birebir böyle bir hedef. Başaramayacağın bir iş için niye kendini heder edesin? Onu hedeflemediğinde daha mutlu olacakken üstelik. Aptal tuzağı bu mutluluk palavrası… Huzur daha muteber bir kavram benim için. Daha muteber bir hedef. Mutlu olmayı hedefleyenler bencillerdir, huzurlu olmayı hedefleyenler ise fedaya hazır olanlar. Ben huzurun peşindeyim. İç huzurum yerinde olsun da mutlu muyum, değil miyim hiç sormayayım.

Bir kemal meselesi bunlar zülal. Düşe kalka öğreniyoruz çoğunu işte ne yapalım. Yaşların da bir karakteri var, kendi karakterimizden ayrı olarak. Her yaşta farklı bir kata çıkıyorsun, şayet doğru basamakları kullanıyorsan. Çıktıkça daha farklı manza- ralarla karşılaşıyorsun. Genişliyor açın, ufkun açılıyor. İlk katlarda etraflardaki çöpü şunu bunu görürken yükseldikçe evlerin çatılarını görüyorsun, sonra onlar da görünmez oluyor; büyük hava hareketleri, kuş sürüleri, ırmakların havzaları üstüne düşünebiliyorsun… Çöplerden, çöplere bakmaktan kurtulmak için insanoğlu yükseklere çıkmalı.

Bencilliği kınıyorum ama benlik sınırlarıma çok riayetkârım zülal. Kendimle aramın açılmamasına dikkat ederim. Kendi arazime sahip çıkarım, sit alanımı korumaya alırım, birinin gelip oraya keyfince site bina etmesine ruhsat vermem. Gönül soframı herkese açmam o yüzden, savurgan değilimdir hiç. Herkese mütebessimimdir ama sakladığım, sakındığım çok şey vardır. Açıklıkla konuşacağım insan sayısı benim hesabımca hep tekli hanelerde kalacaktır. Anlaşılmaktan korkarım da. Niye yük edeyim ki kendimi bir başkasına? Bundan ötürü ağlayacak olsa yaşını yine silecek olan benim. Ne gerek var?

Aldatılmadım hiç, kimse aldatmadı beni; yanlış insana güvendim dedim, kapattım konuyu. Birinin beni aldattığını düşünmek kendimi aşağılamak olur. Verdiğim bir fırsatı ziyan etmiştir; bu yüzden cezalandırılması gereken ilk kişi o değil, benim. İnsanı tanımak elbette ki önemli ama sen insanı tanımak adına çok yorulmuşsun be zülal. Daha üst bir hedef seçmeliymişsin kendine yorulmak için, insan ne? Yayını daha yukarı doğru gerseymişsin daha fazla yaklaşabilirmişsin gayene. Delici zekânın menzilini kendi ellerinle kısaltman en büyük talihsizliğin. Bunca yalnızlığına rağmen insanla, toplumla bu kadar alâkadar oluşun senin talihsizliğin. Sosyoloji yerine keşke başka bir şey mi okusaymışsın?

Ben insandan yorulduğumda çocuğa kaçtım zülal. Onlardan çok hikmetli sözler işittim. Hiç olmadık zamanda onların aklıma pencereler açışına tanık oldum. O kadar mutluyum ki onların yanında; gelgelelim “Kim bilir senin çocukların ne kadar mutludur?” tarzındaki soruların yakıcılığına hazır olmam gerekir… Neyse ya, ne diyordum, unuttum valla, şunu anlatayım o hålde: Annesiyle kavga eden bir çocuğa demiştim ki “Anneni kızdırıyorsun…” Bana ne dese beğenirsin? “Sana ne! O benim annem!..” Ne hikmetli bir duruştu, hemen geri çekildim. Çocukla annesinin arası, kimsenin müdahil olamayacağı bir alan… Gene Rabb-kul meselesi var burada ama girmeyeceğim. Bir mesleğim yok biliyorsun, sağda solda soranlar oluyor, her defasında apışıp kalıyorum. “Yaşamak!” diyorum. Yaşamaya alışmak aslında. Acemi bölüğündeyim hâlâ hayatın. Bir türlü de ustalaşamayacağım. Ölmezsem şayet bir gün elbette ihtiyarlayacağım ama büyümeyeceğim ben. Büyümek de istemiyo- rum. Çocuk olmak iyidir, çocuk kalmak. Çocuk güven duyarak hareket eder, büyüdükçe şüphe duymayı öğrenir. Şüphe safiyetin kaybıyla ilgili bir şeydir. Belki de bu yüzden çocuk kalmakta diretiyorum.

Çocuk olmak ile kul olmak arasında da derunî bir bağ var, rabbimiz karşısında güven ve hüsnüzanla, çocukça durmalıyız. Şüphenin ne işi var Allah’la kul arasında? Ben İbrahim’ce bile olsa şüphedense İsmail’ce bir teslimiyeti yeğlerim. “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap (yani çal bıçağı boynuma), beni inşallah sabredenlerden bulacaksın” diyen çocuğun imanına talibim ben. Kim İbrahim olmak diliyorsa buyursun olsun. Ben kulluk davasındayım, çocukluk davasında…

Babası tarafından sevilmemiş bir çocuğum ben. Rabbi tarafından sevilmeyen bir kul olmayı kaldıracak durumda değilim.
Bir kemal meselesi bunlar; Zahid ve Zülal arasında

Zülal’e…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu