Köşe Yazıları

“ARTIK KİMSE ÖLMEKTEN KORKMUYOR”

Hani şu meşhur “Land of Opportunity” (Fırsatlar Ülkesi) deklaresi vardır, bilirsiniz. ABD’nin kurucularının ve sonrasında tüm Amerikalıların vurguladığı şekliyle “American Dream”, yani “Amerikan Rüyası” söylevi… 1776’da ABD Bağımsızlık Bildirgesi ile başlayan, sonrasında birkaç olay ve olguyla yaylımı devam eden, en nihayetinde ise 1931 yılında James Truslow Adams’ın Amerika Destanı isimli kitabıyla büyük çıkışını sağlayan; türlü makalede, siyasi demeçte, kitapta, filmde, dizide, spor turnuvasında ilmek ilmek işlenip buralara kadar ulaşan bir söylev: “Amerikan Rüyası…

Bu rüyaya göre her ABD vatandaşı, hangi sosyoekonomik şartlarda doğduğu, nereden geldiği, rengi/ırkı fark etmeksizin eğer çok çalışırsa istediği hayata ve zenginliğe ulaşabilir. Çok masumane geldiğinin farkındayım. Uluslararası siyaset, edebiyat ve mücadele sporlarıyla ilgili biri olduğumdan olsa gerek “Amerikan Rüyası” beni bile bazen çekmiştir. Fakat pratikte ABD’nin kendisini bilfiil deneyimledikten sonra bu rüyanın aslında bir ego ve acımasızlık serüveni olduğunu anlamam çok zaman almadı. Bir kere sosyal devlet anlayışının olmadığı, yardımlaşmanın bir romantizm olarak görüldüğü, düşene bir tekme de bizim atmamızın adeta kanun sayıldığı bir rüya bu… Kesinlikle hasta olmamalısınız, iflas etmemelisiniz ve ne olursa olsun sırlarınızı kimseye açmamalısınız bu rüyanın içinde. Menfaatiniz olmayan hiç kimsenin esprisine gülmemelisiniz mesela… Babaysanız oğlunuzdan, oğulsanız babanızdan yana bir sorumluluğunuz yok. Hasbelkader üç beş gece geçirdiğiniz bir kadının gözyaşları bir dolar dahi etmez.

ABD’nin iç siyasette gelişimini borçlu olduğu tek iyimser şey, belki de vergi hususu ile ilgili sağladığı bir takım rahatlıklar… Tümüyle bir vergi muafiyetinden söz etmiyorum ama “Kendin kazan, kendin ye; böylelikle piyasa canlansın” mottosu hakim de denebilir.

Zihnimizde bir ön bilinç oluşsun diye Amerika ve rüyasından yeterince bahsettikten sonra “Irmağının akışına öldüğümüz” meskenimize ve bu kıymetli meskenin üzerinde yaşayan bizlere gelelim.

Fark ettiniz mi bilmiyorum.

Artık buralarda kimse ölmekten korkmuyor ama zayıf ve güçsüz bir hayat yaşamaktan herkes korkuyor. Ezip geçmelerin, çelme takmaların, kuyu kazmaların, binlerce riske girip hem kanunları hem de fiziki tehlikeleri göze almaların; adeta hayatı bir zarın üstünde çevirip kumar oynamaların türlü kelime oyunlarıyla tevil edildiği, cesaret ve karakter göstergesi olarak kanıksatıldığı bir girdaptayız. Çocuklarımız, gençlerimiz tıpkı Hristiyan inanç metaforunda olduğu gibi dünyaya mağlup (yenilmiş) olarak geldiklerini bilinçlerine kodlayıp öyle yürüyor. Ve tabi ki ne kadar uzun ve kısa bir ömür sürüldüğünün veya bu ömür zarfında hangi değerlerin, kıymetlerin, insanların tüketildiğinin bir önemi yok! Yeter ki kazanmış(!) olarak sonlandırılsın.

Kutlu olsun işte! Artık Amerikan Rüyası hiçbir coğrafyaya mahkum değil… O, zihinlerde, yüreklerde, ruhlarda en güçlü dönemini yaşıyor. ABD’yi kuran garantörler bile bu kadarını tahmin etmemiştir.

Hatta öyle oluyor ki yaşadığımız coğrafyada ben bazı mistik, tasavvufi, şiirsel öğelerin bile bu vahşi materyalizme motivasyon kaynağı edildiğini görüyorum. Sosyal medyada dolaşan ve adına “motivasyon konuşması” denilen videolara veya “kişisel gelişim kitapları” denilen kağıt yığınlarının üzerinde yazılanlara bir göz atın isterseniz. Yalnızlığın, tek başınalığın, ben merkezciliğin allanıp pullandığı; insanın insandan soğutulduğu, insanın insana ancak bir parazit olabileceği fikrinin türlü fantezilerle benimsetildiği nice göz kamaştıran yayın…

Hani hep bir üst kimlik tartışması vardır ya; Türkiye’de o üst kimliğin materyalistlik, menfaatperestlik, bencillik olduğunu düşünüyorum. Alt kimlikte ise herkes muhafazakar, herkes ehl-i tasavvuf, herkes gönül ehli, herkes komünist, herkes vatan fedaisi, herkes ahlak bekçisi… Bu bağlamda haklarını yemeyelim; Amerikalılar hiçbir değer tanımadıklarını ve materyalizmi çok dürüstçe kanıksamış ve kanıksatmış insanlardı. Zira hiçbir manevi değeri tevil aracı olarak görmeden yaptılar ne yaptılarsa…

Biz bu konuda dürüst de değiliz. Ne olduğumuzu, ne hale geldiğimizi açıkça haykırsak belki bir çaresi bulunacak kötü gidişatın. Yine belki çare bulunmasa bile süreci lehimize çevirebileceğiz.

Olmuyor.

Olmadığı için bir sistemsizlik ile baş başayız ve bu sistemsizlik durmadan bir kahraman üretme, kahraman bekleme öğütlüyor. Kahır kökünden türemiş bir kavramın bu kadar rağbet görmesi ayrı enteresan; kahramanlık yoluna çıkanların ise yolun sonunda ya kasap ya da kurban olması ayrı enteresan… Kasap olanlar, her gün türlü sövgüye, küfre mazhar olsalar da toplum nezdinde içten içe inanılmaz bir saygı görüyor. Kurban olanlar ise ölüm yıl dönümlerinde adlarına yazılmış şiirlerle, türkülerle bir güzel yad ediliyor.

Bu döngünün sonu yok mu? Ne zamana kadar aşağılanınca yere, gururlanınca göğe bakıp avunacağız? Tüm bunlardan vazgeçip yerle gök arasındaki telaş hususunda ne gün dilimize doladığımız değerlere uygun bir bilinç geliştireceğiz? Ne zaman kendimize dürüst olacağız? Bu mevzunun bizim bilmediğimiz bir miladı mı var? Ya da görüntüde çok ilgili gözüktüğümüz ilahi adaletin yaşadığımız topraklara kaç tane daha tecelli göndermesi gerekiyor bir şeyleri anlamamız için?

Düzen muhalifi insanlara yardımcı olmak amacıyla geçenlerde şöyle bir şey yazdım:

Karşınızdakinin yalanını defalarca ortaya çıkarmaktansa kendi doğrularınızı güçlü kılacak egzersizler yapmanız gerek… Yoksa döngüyü bozamazsınız. Günümüzün muhalif insanı, bir bakıma aynı problemin çözümüne dair durmadan farklı sağlamalar, teyitler, ispatlar geliştirmeye çalışıyor fakat bir türlü başka bir seviyeye geçemiyor. Nedir ki bu gezegende haklı olmak yetmiyor. Mazlum olmak sadece sosyal medyada geçiş hakkı tanır. Farkı hissetmeli, farkı istemeli… Sonu nereye varırsa varsın.”

Sanırım buradan başlamalı… Bir bakıma bu zihinlerde yer etmiş ve sınır tanımayan Amerikan Rüyası’nı, hele ki Türkiye’de muhafazakar motiflerle icra edilen bu keşmekeşi kendi silahıyla vuracak girişimlerde bulunulmalı… Herkesin kendi uğraş alanına göre bir yolu mutlaka vardır. Bunun detayları bir tek ağızdan aktarılamaz. Benim buradaki gayem sadece bilinci aşılamak…

Haklı olmaktan öte bilinçli, güçlü ve cesaretli olunmalı… Kendi doğrularımızı cazip hale getirecek bir dil, bir üslup, bir felsefe, bir diplomasi geliştirmeliyiz.

Ölmekten yine korkmayalım fakat bu kadar ucuz olmasın. Yolun sonunda kasap da kurban da olmayalım.

Hüsnü Arkan ağabey Kırık Hava adlı şarkısında seslendiriyor ya;

Bir kumsala çıkmışız sehermiş
Alaca dağlarda üç yavru keçi
Kuytuda bir kadın ağlar kimin annesi
Cihan tutuşmuş umman yanıyor…”

Kuytudaki annelerin tüm gözlerce fark edildiği, el birliğince yarasının sarıldığı, kahraman beklemeden işe güce koyulduğumuz, hakkı savunduğumuz, müşterek bir azimle düze çıkacağımız günlerde görüşmek dileğiyle…

Bedirhan KURTOĞLU

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu