GenelGündemKöşe YazılarıMalatyaManşet

Markaların Avangard Gücü

Kapitalizmin en popüler uyuşturucularından olan Starbucks, Akel, Canon, IKEA, NIKE, Koton, Kinetiks, Mavi Defacto, Volkswagen, BMV, casper, iphone ve adını sayamadığım nice markalar “toplumdaki burjuvalı kesimi avucunun içine almış durumda” diye girmek istediğim konuya malesef bununla yetinmeyip, özentilik hastalığını günden güne yaydığı bütün bireyleri, ağına yakaladığı bir ekolden bahsetmek daha doğru olacak. Dolayısıyla hayatın her alanında karşılastığımız marka tanıtımları, bizleri kendine odaklamak için gerek kalitesini gerekse insanlar arasında değer görmeyi markalarla bağdaştırarak, takıntılık düzeyine ulaşmamızı amaçlamaktadır.

Hal böyle olunca toplumumuzda çocuktan gencine, gencinden yetişkinine herkesin “ille de bu olacak” diye direttiği bir markası var. Bu uğurda tutumlu olmanın yok sayıldığı, markalar uğruna kredi kartlarının limitlerinin aşıldığı, virüs gibi yayılan bir hastalığın pençesindeyiz.

CEP AYNASINA BAKILMADAN MARKALARIN PEŞINDEN KOŞULUYOR

Ekonomik çöküntüden bahsediyoruz ama marka lüksümüzden vazgeçmiyoruz. “Ekonomik kriz var, geçinemiyoruz diye yakınanlar bile cebinde en lüks ve en pahalı telefonla dolaşıyor. Altındaki arabanın, kolundaki saatin markasına hiç girmiyorum. Anlayacağınız toplumumuzdaki bir çok birey, kendini başka bireylere ispatlamak adına böyle takıntılıkların takıntısı olmuş.

Ayrıca belirtmek isterim ki; belirli bir markada herhangi bir ürüne sahip olup, sadece markaya bağlı kalmadan başka ürünleri de alabilme potansiyeline sahip olan kişilere diyecek söz yok. Ama bunu takıntılık düzeyinde kendine huy edinenlere ise söylenecek çok söz var!

Marka diye onca para sayarlar bir ürüne ve bunu görmezden gelirler. Çünkü o markaya göre kendilerine değer biçerler. Yani kendilerini, belirledikleri markanın canlı metası olmayı öngörürler. Sonrada kendilerini alıkoyamadıkları AVM’lerde hunharca alışverişin, eğlencenin hesabını yapmazlar ama; köşe başlarında gün boyu bekleyen esnaflarla, kıyasıya iki kuruşun hesabını yaparlar.

NERDEN TUTULDUK BU MARKA SEVDASINA

Geleneksel yaşam biçimimizden çağdaşlık dönemine geçtiğimiz günden beri çeşitli markaların ürünlerine takıldık kaldık. Bunun sonucunda da üretken olma bilincimizi kaybettik. Tüketici konumuna geçtik. Şöyle düşünün; ülkemizde ki bir gencin, günde en az 7 saat kitle iletişim araçlarına maruz kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu kitle iletişim araçlarında da gün boyu marka tanıtımları dönüyor. Bu yüzden insanlar ister istemez bu araçların vasıtasıyla gördüğü ürünü almaya yönelip, üretkenliğinden vazgeçmektedir. Girişilen çabalar neticesindeyse gerek sosyal medyanın gücü gerek radyo ve televizyon kuruluşlarında ki reklamlar yoluyla olsun, hazıra konmanın cezbediciliği toplumu yönlendire yönlendire bu noktaya getirdi.

Ayrıca ergenlik dönemindeki çocukların, markalara daha meyilli oldukları aşikar. Bunun farkında olan markaların yönlendiricileri, gençleri hedef alan ürünlere daha ağırlık vermekte. Bu sayede de markaların “Ağaç yaşken eğilir” tuzağına yakalanan gençlerimiz, bu dönemde gördüklerini kendinde kuğul etkisi yaratmak için hemen alarmlar DİNG DONG çalmaya başlıyor. Durum böyle olunca globalleşen dünyada, kendine yer edinmek isteyenler seçtikleri markanın ürünüyle bütünleşmeye çalışırken, bu akıntıya farkında olmasalarda kapılmaktadırlar.

KİMLİK ARAYIŞIYLA ÖZENMEK ARASINDA KALAN BİR DURUM

Günümüzdeki bireyler arasında bir iletişimsizlik söz konusu. Bu iletişim sorununu çözmek ise genelde hep es geçiliyor. “Ben insanları anlamaya çalışacağıma, onlar anlasın” düşüncesinin hakim olduğu kişiler, kendilerini başkalarına kabullendirmek için kimlik arayışına başvurmaktadır. Kimlik kargaşasının içinde bocalanırken, bir birlerini anlamaya gayret etmiyorlar ve etmedikleri için de kendilerini alışveriş mağazalarına atarak, kenetlendikleri markaların ürünlerini alarak, egolarını nacizane tatmin etmeye çalışmaktadırlar. Görünen böyle olunca bir çocuk, bir genç bile ailesinde ya da arkaşlarında gördüğü marka akımına kapılabiliyor. Kimlik arayışının en büyük etkeni ise karşı cins tarafından beğenilmek, ilgi görmek, hemcinsleri tarafından saygınlık duymak. Bu etkenleri gerçekleştirmek adına değirmenin suyunun nereden geldiğine bakılmaksızın, markalar uğruna servetler yığanlar var.

Popüler diye tanımladığı arkadaş gurubuna dahil olmak isteyenlerin basvurduğu yöntem ise özentilik. Başkaları için yaşamak, başkaları için kendini değiştirmek diyebiliriz buna. Bir taraftan da elalem görsün, bilsin eşliğinde “voov desinler” diye kendini piskolojikman ayrıştırdığı bir marka tiki var olmakta.

Konuyla ilgili Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk ve Ergen Sağlığı Hastalıkları Anadalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Taner Güvenir verdiği röportajda şöyle diyor: Bu durumun “takıntı” haline gelmesinin nedenlerini de özellikle ergenlik döneminde kimlik arama sürecinin gereği olarak “bir gruba ait olma” isteğiyle açıklıyor.

AİLELERİN TÜKETİM ALIŞKANLIĞI ÇOCUKLARI YÖNLENDİRMEKTE

Aile, belirli sayıda bireyleri bir arada tutan manevi ve güçlü bir bağdır. Bu bağı oluşturan bireylerin davranış ve tutumları birbirini etkilemektedir. Bu yüzden tüketici konuma düştüğümüz şu günlerde bir marka takıntımız varsa çocuklarımızda bundan nasibini alabilmekte.

Ailelerin tüketim alışkanlığıyla ilintili olarak “anne karnındaki çocuğa don biçmek” ile başlayan serüven, yetişkinlik dönemine kadar ilerliyor. Daha çocuk doğmamamış; ebeveybler çeşitli markalardan şampuanlar, sabunlar, bakım kremleri, bebek bezleri ve mamalar alıp bekletiyor. Bir de o ünlü markalardan da çeşit çeşit elbiseleri, ayakkabıları raflara diziyor. Çocuk doğar doğmaz, marka çılgınlığıyla karşılaşmakta ve ilerleyen dönemlerindeyse bir elbisenin, bir oyuncağın markasını logosundan tanıyıp, bağımlısı olabilliyor. Sakın çocuktur, ne anlar demeyin! Şimdiki çocuklar bir başka. Adapte olmalarıyla çevresindekilerden gördüklerini kopyalamaları an meselesi.

Küçücük çocuğun bile markaya göre değer biçtiği ve akranında aynısı yoksa hor görmeyi öğrettiğimiz bir nesil yetiştirmekteyiz. Daha sonra da çocuklarımız, maddi gücümüzün yetmeyeceği bir şeyler istediklerinde sitem ediyoruz. Aslında kendi kuyumuzu kendimiz kazmışız, beğenmiyoruz…

SAHİP OLDUKLARIMIZIN DEĞERİNİ UNUTUP SAHİP OLAMADIKLARIMIZA ODAKLANDIK

Sahip olduğumuz nesnelerin, olguların değerlerine kör; sahip olamadıklarımıza dört gözle bakar olduk. En önemliside burda, kendimizi ele verdik ki bir markanın gölgesine sığındık. İnsan olmayı markayla özdeşleştirdik. Karşımızdaki kişiyi, giydiği elbisenin-ayakkabının, taktığı çantanın-gözlüğün, bindiği arabanının, kullandığı telefonun markasına göre değerlendirecek kadar çirkinleştik.

Aslında bir şeyleri dengede tutabilmeyi başaramadık ki pahalı diye sahip olamadığı bilmem kaç bin liralık markalı telefonu, yıllarca iç dünyasında hayalini kuranları ve pahalı diye alamadığı en lüks araba için can atanları var ettik. Ama paha biçilemez bir annesi, bir babası, bir eşi kısacası bir ailesi var diye can atanları var edemedik. Niye mi? Çünkü o bağımlısı olduğumuz markalar, insanlardan çok onlara değer vermemiz için ezelden beri hep yeni bir ürün çıkararak, nefsimizin o doyumsuz arzusunu tetiklerek bizleri tutsaklaştırdı. Tüketim alışkanlığını, marka seyrinde devam ettirerek egomuzu doyuralım dedik. Böylece sahip olduğumuz güzelliklerden öyle bir mahrum kaldık ki en yakın arkadaşımızı bile sahip olduğu  marka amblemlerine-logolarına göre değerlendirecek kadar adileştik.

Sonra ne mi oldu? Devir öyle bir değisti diye başladığımız cümlelerin eşiğine geldik derken eşiği geçip, içeri girmişiz farkında değiliz. Evet, devir öyle bir değişti ki “bu akşam evde tencerem kaynayacak mı, ekmek alıp eve gidebilecek miyim?” kaygılarını üst raflara kaldırdık. Elimizin altına koyduğumuz raflardaysa; egomuzu tatmin etmek için bireyler arasında bir kutuplaşma var ederek, markaların ete kemiğe dönüşmüş halini koyduk.

Selma Karakaş Tutuş

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu