Köşe Yazıları

Suriyelilerin İki Ülkesi

Tarihi kaynaklara sık sık başvurmalıyız. Günümüz politikacıları belli başlı yaptığı en büyük hatalar yığınağı tarihle aralarına koydukları mesafenin bir tezahürüdür. Ülkeler, hükümetler ve siyasetin kodları derinlik arz eden ibareler üzerinde yol almalıdır. Kimi kaynaklar buna devlet aklı’da demekten imtina etmez. Bir ülkenin, bir iktidarın ve o ülkede siyaset yapan aktörlerin ortak devlet aklını benimsemezler ise sorunlar bir hayli karmaşalı hale gelebilir. 

Suriyeliler meselesi de aynı formasyonda değerlendirilmesi gerekiyordu. Acaba sığınmacılar üzerinden farklı bir bölgesel toplum mühendisliği mi inşa edilecek? Ekonomilerini ülkeye kazandırmak temeli mi esas, ucuz iş gücü mü? Yoksa Avrupa’ya karşı psikolojik harp (koz) unsuru olarak mı kullanılacak? Yukarıdaki soruların cevaplarına gelmeden önce kavimler göçüne kadar gitmeliyiz. M.S 300-350 yıllarında Avrupa’ya gerçekleşen büyük göçün sebep sonuç ilişkisi, göç şekli, meydana getirdiği demografik değişikliklerine bağlı sonuçları iyi okuyabilmeliyiz bugün. 

Şayet Türkiye içlerine doğru akın akın gelen göç’ün kavimler göçünden farklı olmadığını söyleme şansımız yok. Onun için Türkiye’nin konjukturel kararları tartışılabilir. 12 yıldan beri hemen her gün sınırlarımız içine konumlanan mültecilere yönelik izlenen yol olup biten hukuk ve demokrasi kavramlarına uygunlukta bir yaklaşım modeli sergilenirse mülteci göç’ü tehdit olarak algılanması işe yaramayacak. Yok Ankara, bir yandan göçmenlere yönelik insani bir ‘söylem’ kullanmaya devam ederken, öte yandan da onları ‘araçsallaştırmış’ ve istediğini elde etmiş çabası daha da vahim bir arızaya gebe bırakır süreci. 

Onun için 2011 yılında başlayan Suriye savaşının bugüne uzanan ayrıntılarını netleştirmeliyiz. Ve sonrasında yaşanan kitlesel nüfus hareketi, en yakın kapı komşu olmamız nedeniyle 5 milyona yakın Suriyeli nüfus ülkenin farklı bölgelerine akmasına neden olan ana başlıkların altını çizmeliyiz. Konjonktürel anlamda göç faktörünün sürekliliği ve bağlı olarak ülkemizde gelişecek toplumsal ve kültürel zemin inşasına, modern, seküler yada Batıya yüzü dönük ama Arap sosyo-kültürel yapının genişleyeceği hesap edilmeliydi. 

Bölgesel insan krizinin yol açacağı sorunlar ilk başlarda pek düşünülmedi. Daha doğrusu bir politika çerçevesinde işlenmedi tüm bu realite. Sadece Türkiye değil tüm dünyanın gözünde fazla bir değer atfetmedi o gün. Üç beş ay ömür biçilen Esad’ın devrilmesi İran ve Rusya destekli uzayınca işler bir an da karışık hale geldi ve muhalif olan gruplar, şehir veya bölgeler direk Esad ordusunun sivil kıyımı hedefi haline gelmesi üzerine nüfus hareketinin boyutu bir an’da dünya gündemine oturdu. 

İlk zamanlarda Ensar-muhacir kavramları ile anılan mülteci hareketi zaman geçtikçe, “sığınmacı, Suriyeliler, düzensiz göç” şeklinde evrim geçirdi. 10 yıldan fazla misafir ettiğimiz Suriye’li mültecilerin Türkiye devleti kültürü, toplumu, yaşam tarzına uyum sağlamakta zorluk çekmemesi akabinde adeta kendi ülkeleriymiş gibi iş, ticaret, getolaşma alanlarında hatrı sayılır bir mesafe katetetmeleri diğer taraftan Türk toplumunun ufaktan dikkatini çekti üzerine.

Gün geçtikçe Suriye’li mültecilerin ensar-muhacir misafir ilişkisinin vardığı boyut “artık bunlar ne zaman gidecek?” sorusu şeklinde anılmaya başlanmasına kadar dem vurdu. 

Bugün ise; sokaktan bürokrasiye, işveren’den politikacısına, Doğudakinden batıya uzanan, dolayısıyla artık üst perdelerden “yeter artık gönderin şunları” haykırışlarının yükseldiğini duyuyoruz. 

Eş zamanlı olarak bir kesimin hala ensar muhacir ilişkisi, misafirimizdir, nereye gidecekler, ülkemizde kalmalarından yana ortaya koydukları tavır, insancıl yönünden çok iktidarın sığınmacı politikalarının haklılığını kısmen savunmak, eleştirinin önünü tıkamak yada meydana gelecek vicdani sorumluluktan öte ben görevimi yaptım duygularını devşirmeleri üzerine ekleyebiliriz. 

Tüm bunların yanısıra, Suriyelilerin yaşadıkları bölgelerde adeta Türk devletinden bağımsız hareket etmeleri, organize şekilde reaksiyon göstermeleri, bazı saldırgan davranışlar ve toplumun tasvip etmediği olaylara adının karışması, bir de Suriyeli genç nüfusun rahatına düşkün sanki mülteci değilde evin sahibi gibi oportünist hareket etmeleri ülkenin vatandaşı tarafından ciddi bir bilinçle sorgulanır hale geldi. 

Özelikle yaz aylarında gruplar halinde plajlarda nargile keyfi yapmaları dikkatleri fazlasıyla üzerine çekme eğiliminin dojazımı artırmaya yetiyordu 

Sadece plajlarda nargiller tüttürdükleri için dışlanmadılar, sosyal medyalarında Türk halkını tahrik edecek fütursuzca paylaşımlar, sokakta gördükleri genç kız kadınları cep telefonu kamerasıyla kayıt etmek ve sosyal medyalarında paylaşmak, Suriyeli nüfusun Türk nüfusuna göre 10 kat doğurganlık özelliği göstermesinin bir kaygıya dönüşmesi diğer önemli dışlanma etkenleri arasında. 

Başka bir ayrıntı ülkenin demografiksel yapısında meydana getirdikleri veya getirebilecekleri öngörülen değişimin dahası yıkımın gelecek kuramıyla bağ kurularak yarın nelerin olabileceğinin sezisel bir bakış ad altında adeta patlak vermesidir. Bir çok kaynak Suriyelilerin bu hız’la ülkemizde nüfusunun artış göstermesinin 2030’larda 25-30 milyona ulaşacağı verilerini öne sürüyor. Şu demek, Suriye nüfusu mülteci sığınmacı misafir perspektifi önümüzdeki tabloda yönetici, idareci, üretici, söz sahibi, işveren olarak karşımıza çıkabileceği iddiası. Hatta siyasi bir parti kurdukları taktirde ülkeyi yönetmeye kadar varır bu iş deniliyor. 

Aynı Suriyeli’ler Türkiye’de kalmasını meşrulaştıracak en ağır gerekçelerinde “savaşta ülkemiz yok oldu” bahanesine sığınmanın yanı sıra bu kez bayramlarda vatanlarına sıla-i rahim yaptıkları ibaresiyle adeta ikinci yurtları gibi gördükleri Türkiye’ye tekrar dönüş yapmalarının meydana getirdiği kafa karşılıklığıdır. “Bayram ziyaretlerine dip gelebiliyorlarsa demek ülkede bir savaş yok” tezini gündeme getirdi doğal olarak. Yani Suriyeliler aslında ülkelerine dönmek isteseler dönerler. Ne varki savaş bitse bile ülkelerine dönmeyi düşünmüyorlar. Türkiye’deki ortam, şartlar, devlet tarafından sunulan imkanları elinin tersiyle itmek işine gelmiyor. Buradaki rahatlık ve konfor, elde ettikleri sosyo-kültürel ortam daha cazibeli ama diğer yandan asıl toprakları Suriyeden de olmak istemiyorlar. En iyisi İki ülkeyi bir arada yaşamak, iki ülkenin kaynaklarından faydalanmayı, “ne serden ne yardan misali” iki kimlik, iki ülke, iki kültür, canı istediğinde orda, sıkıldığında burda kalmaktan yana bir tavır içindeler. Belki Suriye’yi yazlık Türkiye’yi kışlık kullanacaklardır. 

Şimdilik asıl bizdeki adı ile mültecilerin asıl maksadı ve niyeti bu yönde. İşin en ilginç yönü; hiç bir şekil Türkiye devleti tarafından gönderileceklerine inanmadıkları bir sirayetle hareket etmeleri. Sanki tapu gibi artık sizler bu ülkede el üzerinde kalacaksınız sözü verilmişçesine bir psikoloji içerisinde Suriyeliler. 

Böyle bir kabullenişin prova edilmesi dönemindeyiz şimdi. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin öz vatandaşları olarak düşük yada orta halli standart hayatlarımızın yanı sıra Suriye nüfusu tam aksine sahip oldukları ile müthiş bir özgüven içerisinde hareket ettiklerini görüyoruz. 

Ve aldıkları yardımlar…

Ülkemiz saha alanında yer alan Suriyeli mültecilerin aldıkları yardımlar, alışveriş çekleri, sosyal hizmetler desteği, sağlıktan faydalanma, istihdam mevcudu her zaman açık ara tartışmanın en ön sıralarında yer aldı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti devleti Suriyelilere ayırdığı destek paketini net verilerle açıklamak yerine kabataslak bir hesapla geçiştirdi her zaman. Asıl tartışmanın fitilini ateşleyen başlık ise “hep” burası oldu. Ekonomik kriz, pandemi, hayat pahallığının pik yaptığı dönemde dahi Suriye’lere sağlanan yardım ile Türk halkına verilen yardım arasındaki rakamsal farkın yol açtığı izdihamın Suriye’lilere beslenen -antilik grafiğinin yükselmesinin önünü açtı. Türk halkı açıkça şunu söyledi. “Kendi vatandaşın zorda iken Suriyelilere ha bire para dağıtmanızı artık içimize sindiremiyoruz.” Hakikaten toplumsal ekonomik travmanın boyutu ortada. Suriye’lere verilen bayram ikramiyesi 2000 TL iken emeklilere 1100 TL’de kaldı. 

Gelelim Suriye’lilerin gitmesi gerektiğini besleyen en büyük kırılmanın başlığına. 

Aslında en hassasiyet duyulan bölüm burası. İl, İlçe, bölge, kentlerimizde hemen hemen hepsine dağılmış Suriyeli nüfusun çok hızlı bir şekilde gettolaşmaya gittikleri, kendi şarküteri, kendi büfesi, kendi kuyumcusu, lokantası, manavı, telefoncusu, pazarı, esnafı velhasıl neredeyse okulunu kadar kuracak eğiliminde çevreledikleri alanlarda Arapça tabelalar, suriye marka ürünler, kendi kültürlerine ait objeleri çekinmeden kullanmaları, Arapça iş yeri isimleri, afiş’ler, fişler, faturaların hayatımıza entegre olması yanı sıra: şu tartışmayı da beraberinde getiriyor. 

Yıllarca bu toprağın öz çocuklarının ana dilini konuşamadı, hatta doğuda Kürtçeyi konuşmak bölünme sebebi sayıldı. Ne varki vatanlarını terkeden savaş kaçkınlarının dillerinde ürün çıkartılmasına, Arapça tabela/afiş/fatura vs… basılmasına ve bunları serbest bir şekilde kullanmalarına yutkunmalarının sebebinin sorgulanması gerekiyor. Örnek bizatihi kendim. Ailemin doğduğumda bana koydukları “Demir” ismi Türkçeye aykırı denilerek daha sonraları kimliğime “Timur” şeklinde  iğdiş edilmesi ve nerdeyse tüm ömrümü Demir diyenlerle Timur diyenler arasında iki isimli olarak geçirmenin bizatihi sosyolojik sonuçlarını yaşadım/yaşıyorum. 

Genellikle Ahmet Kaya’nın şarkılarında görmeye alışık olduğumuz “mülteci” kelimesi bugün şarkıdaki gibi anılmıyor ne yazık. Mülteci dendiğinde “vatan elden gidiyor” demekle eş değer bir mantıkta, toplumun geneline yakın hüzünden çok öfkenin hâkim bir duygu olduğunu görüyoruz ama bunca insanlık dramının yaşandığı bir mesele bu tanımlamayı hak ediyor mu etmiyor mu diye düşünmeden de edemiyorum. 

Velhasıl Suriye’de başlayan savaş koşullarından kaçmak suretiyle ülkemize gelmiş milyonlarca sığınmacı son yılların en sıcak konularından birisi. Gidecekler mi kalacaklar mı tartışmaları yeni yeni politik eksende ete kemiğe büründü. Sanırım bu konu yıllarca daha tartışılmaya devam edilecek. Nitekim her ne kadar mülteci denildiğinde akla ilk Suriyeliler gelse de Afganistan ve Pakistan mültecilerini de unutmayalım. Bilakis aynı formatta değerlendirmek gerekiyor. 

Taliban’dan kaçıp gelmiş Afganlar ile Pakistan’lıların benzer rahatlık ve konforda ülkemiz sınırlarını geçip içeri girmeleri daha vahim bir durum. Hemen yanı başımızda, ailecek-çoluk çoçuk Esad zulmünden kaçıp ülkemize sığınmış Suriyeli mültecileri empati yaparak bir yere kadar anlarızda 20-40 yaş arası savaş eğitimi almış bireysel erkeklerin pozisyonunu anlamakta zorlanıyoruz inanın. Hepsi bilinçli mi ülkemize sokuluyor? Bir gün harekete geçerler mi? Talimatla mı geliyorlar? Kavimler göçü sonrası Avrupa ne hale geldi? Benzer sorularının cevapları hepsi muallakta şimdilik. Siyasi bir kararla tüm süreci yönetmek yerine yaşayarak öğreneceğimiz bir belirsizlik içerisinde yol alıyoruz. 

Suriyeliler nüfusun çok az bir bölümü gidecek, kalanların ne olacağı hakkında kimse bir şey bilmiyor. Benim bildiğim birgün kalanlar eninde sonunda Türk halkının misafirperver niyetini sırtından vuracaklardır yada vurmağa teşebbüs edeceklerdir. 

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu