Ramazan Keskin hocanın ardından
Maalesef biz bir dönemi anlayamdık, pas geçtik o makus kaderin insanlarını, 1940-1955 arasında doğmuş ikinci dünya savaşının mahsülleri olan o özel nesil ne yazık ıskalandı. Onların kavgalarını, yaşantılarını, hikayelerini makro gerçeklik ve varoluş için vermiş oldukları mücadelelerini…
Benim jenerasyondakiler “babalarımız” kuşağını net olarak tanımlayamadıkları gibi o kuşağın duygu, düşünce, ruh iklimleri, hayattan bekledikleri ve hayata karşı göstermiş oldukları hızlı-ani reaksiyon el değmemiş, okunmamış bir kitap gibi kenarda çürüdü gitti.
Ne hazindir değil mi?
Her bahar geldiğinde çiçeklerle kırlar, kelebeklerin uçuştuğu kambur bir bayır boyunca, lekesiz mavilikler arasında volta atan bembeyaz bulutların gölgesinde demlenmiş yeşil çimenler, sulu sepken kayalıklara konmuş keklikler, pembe açmış hatmi, keven, hindibalar, amansız nazlı renkler ve serpiştiren ılık yağmurlar onların hayatlarında hep en arka sıradaki güzelliklerin arasında beklemişti oysa.
Kış habercisi ilk fırtınalar, kar kıyamet başladığında ise acıyla yontulmuş ömürlerini bu kez bir sonraki bahara tüm sevdiklerini kavuşturmak için perçinsiz bir kalkan olarak kullanırlardı.
O yüzden soğuk yaşartmıyordu gözlerini…
Paltolarının cepleri astarsız ama göğüsleri imanla dolu gezerlerdi.
Onların ütopyalarında “yaşamak” dediğimiz şey: sadece bir dava, bir amaç, bir kavga etrafında çevrelenir…
Siyah beyaz fotoğraflarında, gür saçlı pala bıyıklı, upuzun boyları, hacimli omuzlarıyla, hayata yan yan bakan o heybetli suratları, anlık bir denklanşör sesinde karelenmiş silik bir fotoğraftan başka hiçbir şeyleri olmayan adamlardı.
Sokağın diğer kalanını görememiş, hiç bir mutlu realitenin bir nebze de olsa aralarına katılmadığı, ayakta kalmak dinamiğinde belkide gündüzün hüzünlü silüetine çeketini asıp, gecenin karanlığında alnı secdede, islenmiş camlarda, arada iki nefes çektikleri kaçağın dumanına karışıp, tatlı ve huzurlu bir çekingenlikle baba olmaya çalışanlardı.
Farkında değildi her biri çocuklarının nasıl büyüdüklerinden. O tutulamayan minik ellerde, ellerinde ekmek, ceblerinde az şekerli leblebi, gazeteye sarılı bir şeyler.
Sürekli hayatın ortasından geçen bilenmiş birer kılıçtı yürekleri!
Yavaş yavaş çekip gidiyorlar artık aramızdan. Her gün biri bir güzel at’a binip uzaklaşıyor bir bilinmezliğe doğru. Karanlığa ışıklarını kapatarak, bu engebeli zamandan hiç viraj yapmayarak, dönüp arkalarına bakmayarak, minnet etmeyerek, kaçmayarak, her gün sonunda sayıları daha da azalırken-eksilirken gölgeleri, tükenmek üzere olan nesillerinden ise geriye bir boşluk, bir yığın karmaşa, yalagozluk kalıyordu.
Ölüm onların sevgilisi! Davaları tek mirası! Dik duruşları en büyük zenginlikleriydi.
En son Ramazan Keskin hocayıda kaybettik. Bir cuma saatinde ayrıldı gitti aramızdan. Daha bir kaç gün oldu. Paçalarını sıyırmış sığ bir suda yürüyüp ötede kayboldu. Sosyal medyadan sürekli takip ediyordum. Bugün yarın mutlaka tanışmaya gideceğim diye diye… Onları anlayamadan yitirdik, ilgilenemeden kaybettik, şifrelerini çözemeden, seslerini belleklerimize kaydedemeden, kavgalarının sebebini anlayamadan, anlattıkları arasında sakladıkları ince mesajları fark etmeden bir ulu çınar gövdesi daha devriliyordu balta girmemiş hakikat ormanlarının derinliklerine.
O baharlar geldiğinde ılgın yapraklarının rüzgarda dalgalanması kadar beyhude, iğde kokusunun kalınca yüzümüze vurduğu bir sersemlik gibi apansız, papatya kokusundan çok keskin, ipil ipil inen birer kâr tanesinden daha saf, olağanüstü beyazdı sanki.
Kışın ise ocağın diplerinde birikmiş küllere benzerdi her biri, sönmüş ama bir ateş yakacak kıvılcımları derinlerinde köz misali saklayıveren… Eline bir sopacık alıp karıştırdığında belirirlerdi. Görevi bitmiş denildiği yerden harlandığında nice geceleri aydınlatacak büyüklükte birer meşale.
“Siz bu memleketi sahipsiz mi sandınız!” diyerek 28 şubatçılara racon kesen, diğer yandan “biz bu ülkede polis ile vatandaşı karşı karşıya gelmesine izin vermeyeceğiz” diyecek kadar centilmen, naif ve herkesten çok devletçi.
Hey gidi koca Ramazan hoca hey…
Hey gidi keskin gür sesli adam…
Malatya sokaklarında Kemal İskender’e (o dönem emniyet müdürü) posta koyan cesur imam…
28 Şubat’çılara Malatya’da baş kaldıran, sırtını önce Allaha ardından üç beş dostuna dayamış yiğit hemşerimiz.
Yargınlandıkça çoğalan, hapis yattıkça biriken, anlattıkça ışık saçan bilge.
Ve babam…
Aynı kuşaktan ve aynı kendine göre haksızlığa baş kaldırmış bir semboldü. Galiba o kuşaktan hiç biri haksızlığı kabullenmezdi.
Birgün bir öfkeye bulanmış yüzü ile dönmüştü Malatya’dan. Heyhat hayat işte… 28 Şubat kırbacının şimşek seslerini çıkarırcasına sağa sola vurulduğu zamanlardı. 98 yahut 99 yılı. Çok ağrına gitmişti babamın, Söğütlü camisinde cumadan çıkışta cami kapısına çevrilmiş zırhlı üzerinde bir makineli tüfek namlusuyla karşı karşıya kalmanın. 80 ihtilalinde en büyük işkenleri görmüş, ölüme terk edilmiş adam makinelinin cami kapısına nişan almasını bir türlü hazmedemiyordu. Sonra polis ile camiden çıkanlar arasında başlayan arbede, tartışmalar ve gözaltılar olmuştu. Hüzünlü bir sesle anlatıyordu yaşananları. Sokaktaki kalabalık arasında uzun boylu, gür sesli birinin haykırışları o gün babamı çok etkilemiş olmalıydı. O kişiyi nasıl görebilirim, tanışırım diye yıllarca bir arayış içinde oldu hep. Hatta kuyumcular civarında küçük çaplı bir kaç araştırmamız da oldu lakin sonuç elde edememiştik.
Babamın yerine getiremediğim bir kaç isteğinden biri de bu olmuştu.
Son yıllarda görsel medya, sosyal medya mecraların çoğalması üzerine; babamın yıllar yılı görmek, tanışmak istediği o kişinin Ramazan Keskin hoca olacağını düşündüm hep. Onun İçin kendisiyle hep bir görüşme yapmak istemiştim. Nasip olmadı.
İşte babamı ve Ramazan Keskin hocayı aynı düşünce ekseninde bir araya getiren 28 şubat değil onların davaları, kavgacı, satmayan, hür bir iradeyle haksızlığa karşı meydan okuma biçimin sadece bu kuşağın içsel dürtüsüne ait olma biçiminden geliyor olmasıydı. Hesapsız kitapsız inandıkları uğruna ortaya çıkmaya her daim hazır balistik kuşaktı onlar. Sistemin mağlubu olsalar dahi onları durdurma aygıtı kalplerinden gelecek emirden başka bir şey değil. Tek kişilik ordu, Malatya’nın ıssız sokaklarında haksızlığa karşı haykırma sanatının icra eden son ustalar…
Şimdi her biri upuzun bir yolculuğa doğru çıkıverdi, 2004 Temmuz 27’sinde babamı, 4 gün önce Ramazan Keskin Hocayı kaybettik. Hepsi kavgaları, sırları, yorgunluklarıyla ayrıldı gitti aramızdan. Aradan geçmiş yıllara herkes kendi değerlerini rahatlıkla yerleştirebilir. Ve o değerleri yarım kalmış hikayesiyle birlikte. Çünkü sadece o kuşak çok örselenmişti, haksızlığa maruz kalmış itilmiş kakılmıştır ve onun için birbirinin dilinden daha çok anlar, empati yapar, ilişkileri, hisleri, dostlukları çok daha fazla güçlüydü, zihin ve inanç yapıları da.
Sonra bizler geldik, kadedraller ülkelerine müptela, her başlangıcın sonuncudan başlayan, entel takınan şımarık cool züppeler, hiç bir şeyin umurumuzda olmadığı bir İphon bir Passat’an başka davamızın olmadığı teknolojinin arge manyakları. Yaşarken tükenmişlik sendromuna mutedil, kalkıp bir bardak su içmekten imtina, hazır sloganlarla yönetilmeye alışmış kolektif değersiz birer endüstriyel koleksiyon… Ne zaman bizim umurumuzda ne biz zamanın. Ah ah… gerçekten bizler ne olacağız? Soran, eden, bilen var mıdır acaba?
Bu yazıyı niye mi yazdım, ölmüş bir babanın tanımadığı halde görmek istediği birinin ölümü üzerine süregelen duygu yoğunluğu sonrası. İçimdeki hisleri daha fazla frenleyemedim. Surçi lisan ettiysek affola. Hayranı olduğum, örnek aldığım, benimsediğim bir kuşağın son kalıntılarından soyutlanmak benim de ağrıma gitsede. Cenab-ı Allah’tan hepsine rahmet ve mağfiretler diliyorum. Mekanları cennet olsun.