24 Ocak gecesi büyük bir deprem yaşanmış, evlerimiz hasar alınca ocak ayı soğuklarında dışarıda akrabalarla çoluk çocuk yaktığımız ateşin başına toplanmış halde sabahlamıştık. Bir yandan durmadan gelen telefonlara cevap veriyor, diğer yandan olayın şokunu atlatmaya çalışıyoruz. Daha henüz tek bir devlet yetkilisi yok, Twitter’dan bir paylaşım yapabildim –büyük bir deprem oldu, mağduruz– İstanbul’da ikamet ettiğini bildiğim bir takipçim telefonumu istedi bunun üzerine, derhal aradı “önemli bir devlet kurumunda çalışıyorum, kendi imkanlarımda iyi, sizler için ne yapabilirim” demişken, bir sonraki gün gece AFAD’an çadır almış, (Ak parti-Chp-MHP) milletvekilleri sahaya inmişti. Tüm bunlar “Gerçek olabilir mi?” diye sormaya vaktimiz kalmadığı zamanlar…
O an evde yaşamakla, evsiz kalmanın ne demek olduğu gözlerim önünde bir sis bulutu şeklinde savrulup gitti. 40’cı yaşımda çoluk çocuk kış ortasında 16 m2’lik bez bir çadıra irtica ettik. En azından dışarda kalmaktan iyi.
Telefonumu alan istanbul’daki takipçim her gün arayıp halimizi hatrımızı soruyor, istanbula bizi davet ediyor, açıkçası merak etmekle birlikte bizler için bir şeyler yapmak istediği anlaşılıyordu. Her gün mutlaka bir kez arıyordu. Bir hafta sonunda deprem sohbetleri yerine güncel, siyaset, olagelen Türkiye politik şartlarını konuşuyoruz. Uzun uzun konuştuğumuz kişi ile nerdeyse yaptığımız kritikler bambaşka bir Türkiye gerçeğinin de özetiydi aslında.
“Deprem oldu, geçti gitti! Canınızda şükür sağ, devlet babanın da gözü üzerinizde. Artık şu deprem modundan çıkalım ve bir soru soracağım sana” dedi. “Tabiki!” “Çin’deki bu covid-19 dedikleri şey Türkiye’ye gelir mi? Depremi unutmaya çalışın, en yakın zamanda yaralarınız da sarılır asıl tehlike ordaki” demişti. Haberlerde az çok izlediğimiz kadarıyla sarsılarak sokakta ölen insanlar derken Wuhan kentinin karantina altına alındı haberleri ufak celseler halinde izliyorduk.
Aradan bir kaç hafta geçiyor, covid-19 Türkiye’de artık söylentileri. Şubat ayının sonları, aynı arkadaş ile bu konuyu detaylıca konuşuyoruz, “kimseyi sakın dinleme ve köyünden asla çıkma. Bunlar hepsi bir düzmece, nüfus kırımı yapacaklar ve sakın kimseye inanma.” uyarısı, Mart ayı derken ülkenin dört bir tarafına yayılan ilk vaka haberleri, maske, kolonyanın prim yapması ve yol rutin aramalarında alnımıza tutulan ateş ölçerler ile son sürat tanışmamız…
Haberlerde günlük vaka, ölüm, pozitifler sayısını bildiren turkuaz renkli tablonun ekranlarda insanların gözlerine sokulmaya başlandığı yeni bir sayfaya merhaba. Sağlık bakanının en şöhretli olduğu günlerde aynı mekânlarda bulunmanın risk oluşturduğu, derken ismi önünde Prof. ünvanı bulunan bazı kişilerden sürekli gelen açıklamalar, ne zaman bu korkutucu virüs son bulacak endişeleri, tek gündem konusu olarak ne vakit söz açılsa, en fazla belli olunan şey, herkeste ‘bir ölüm korkusu’…
Bir kaç kez Malatya merkez ile ilçeye olmak üzere arkadaşımın dediği gibi köyümden dışarı çıkmadım, sokağa çıkma yasaklarının insan özgürlüklerine pelesenk yapıldığı dönemlerde durmadan yazılar yazıyor, deprem ve genel süreç üzerine sosyal medya sayfalarında hatrı sayılır bir okuyucu kitle elde etmiştim. Mevcut kitlenin oluşmasında sokağa çıkma yasaklarının yeri elbet büyük oldu. Yazmış olduğum yazılardan sonra ilk gelen sadece iki soru, neredeyse her zaman, “ne olacak bu pandemi, deprem evleri ne zaman yapılacak?” oluyordu.
Gülenciler bir şeyler yapıyor
Taki geçen günlere kadar. Nerdeyse üzerinden 2.5 yıl geçmiş, bu süre zarfında pandemi ile ilgili artık o soru sorulmuyor; onun yerine sağda solda hakları yenilmiş bazı deprem mağdurlarının “ne olacak halimiz” mesajları haricinde bir şey yok. Tedirginler. Tedirginliğin nedeni nerdeyse hemen her gün gerçekleşen depremler, insanlarımızın hisleri üzerinde oluşturduğu travmanın boyutu ile alakalı olduğunu anlamak hiç zor değil.
Ve uzun bir aradan sonra aynı arkadaşımdan gelen telefon, sözü ülke gündemine getirdik. “Pandemi ilgili söylediklerinde haklı olduğunu düşünüyorum. Peki, bundan sonra ne olacak?” soruma karşılık “evet pandemi DSÖ’nün büyük oyunu deşifre edilmek üzere. Çuvallamalarına az kaldı. Onun da bir önemi kalmadı. Lakin korktuğum başka bir şey var. Gülenciler bir şey yapıyor, ama ne? Hafta sonları esnaf arkadaşlarım var, ticaretle uğraşan insanlar, uğruyorum, çay içip oturuyoruz. Hepsi hali vakti yerinde insanlar. Devletini, milletini, ülkesini bilen seven kişilerdir bunlar. Lakin çevrelerinde Gülen’cilerin bir şeyler çevirdiklerini kulağıma fısıldayanlar oldu. Bazı algı çalışmaları gibi bir şey. Anladığım kadarıyla Erdoğan ile Ak partiyi en yakın seçimde yıkmayı hedefliyorlar. Bir kişiyi, bir kişiden sonra başka bir kişiyi , yani -saadet zinciri- tekniği ile toplumda çok farklı bir operasyon yapacaklar. Hedef aldıkları kişilerin aklına çarpıcı fikirler sokarak, oyunu başka bir partiye vermesi yönünde propaganda yapılıyor. Açıkça hocaefendi bizimle gibi söylemler kullanmaktan imtina etmiyorlar” dedi. “Yazacağım” bunları deyince de “sen bilirsin ama birileri farklı yerlere çekebilir.” uyarısı tıpkı pandemideki ilk uyarısı gibi sert olmuştu biraz.
Malatya’nın sahibi
Son telefon konuşmamız: Tarih: 13 Eylül 2022 Salı
Gülencilerin olası algı çalışmalarını not etmiş, hoş-beşten sonra kafamdaki esas başka konuya geçtim. “Peki Malatya nasıl görünüyor uzaktan, nasıl bir şehir sizce?” deyiverdim. Arkadaşım çok geçmeden bombayı patlatıyor: “siyaset olarak sahipsiz bir şehir, siyasiler rant koşturmaktan başka bir şey yaptıkları yok, asıl kimliğinden kopmak üzere. Malatya denildiği zaman akar sular dururdu. Artık o suları bırak damla dahi kalmadı. Malatya’nın sahibi böyle istiyor çünkü.” “Sahipsiz dedin az önce, şimdi de sahibi diyorsunuz, nasıl oluyor bu?” Orda yaşıyorsunuz sizler, oralısınız ama hiç bir şeyden haberiniz yok. Birkaç ay sonra seçim yapılacak ve siyasileri umrunda değil çünkü onları korkutacak bir sorun yok ortada. Hepsi yine belli yerlere seçileceklerini biliyorlar. Bu sonucun sandıktan çıkacağından çok eminler. Bir de tüm bu siyasileri yönlendiren, kimin nerede olması gerektiğini belirleyen, kime hangi makam verilecek, hatta ne konuşacaklara kadar önceden belirleyen biri yada birileri var. Asıl onlar önemli. Mevcut siyasiler akarkayıt istasyonunda sadece tabancayı tutanlar olarak düşünün. Arabanıza yakıtı dolduran ve parasını ödediğiniz çalışanlar. Petrol istasyonu kimin peki, bir patron var değil mi? Arabanıza yakıt almaya gittiğimiz de patronu görüyor musunuz? Hayır! Olaya bu gözle bakın. Hangi pompacı hangi araca ne kadar yakıt verirse versin sonuçta patron kazanacak. Ben buna Malatyanın sahibi diyorum, siz iş adamı deyin, kişi deyin, falan sanayici, cemaat ne derseniz deyin adına. Malatya’nın sahibi kim bu yeni dönemde milletvekili olacak, ilçe belediye başkanları hangisi, Meclis üyelerine kadar belirlemişler. İşte mevcut belediye başkanınız Selahattin Gürkan Malatya’nın sahibi olmak istedi. Daha doğrusu oluşagelen bu düzene dur demek, müdahale etmek isitoyordu. Hala istiyor. Bir kaç hamlesi gelmedi değil. Üstesinden gelmesi mümkün olmadı. Başaramadı, çünkü tahmin edemeyeceğiniz kadar güçlü ve korunaklı, karanlık bir güçle nasıl başa çıkabilirdiki.
Peki İstanbul’un sahibi kim?
Gülümsedi. “Hemşeriniz…” Tevfik Göksu, Adıyaman’lı bildiğim kadarıyla. Yerel seçimde İstanbul’u tek değil Ankara başta olmak üzere çok sayıda muhalefette bulunan belediye başkanlığını ele geçirmek istiyor. Ak Partinin sıradan siyasi tekniği haricinde bir yöntem deneyecek ihtimalinden söz ediyorum. Bu çok farklı bir iddia ama onunda İstanbul sermayederleri istemiyor. Çünkü Doğulu. Karadeniz hinterlandının at koşturduğu meydanları bir Doğulu aktöre terk edecek kadar ahmak olacaklarını zannetmiyorum. Onun içindirki İstanbul ve Ankara’yı yine kaybetmek pahasına Tevfik Göksu’ya bu pastayı yedirmeyecekler. İşte Ak parti’nin en büyük hatası bu oldu. Güç içinde güçler çıkarması. Güç içinde güç çıkaranlar bir de güç zehirlenmesi sorununa tabiler. Bu güçler almış başını gidiyor, kimisi bir holding çatısı altında konuşlu, kimi bir şehre siyaset haricinde hükmediyor, kimi kriminal pozisyonda. Bu güçlerin olmasını engellemek üzere zihin cimnastiği yapıldığı kulaklarımıza geliyor, ama ‘bu saatten sonra pek önemli değil. Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçti bir kere.”
“Yazılarımı okuyor musunuz?” Okuyorum ve acıyorum sana. Bence kalemi bırak, işi gücüne bak. Olağanca çabanı, birşeyleri yapma gayretinden bihaber bu toplum aslında hiç bir şeyi hak etmiyor. Haber portalımızın da adını vererek (kilit tv) bence tamamen duygusunu, aşkını, güzel bir sözden esinlenecek hissiyatı kaybetmiş; hem siyasi, hem toplumsal hafıza tamamen çökmüş. Yazdıkların sadece seni bağlamaktan öteye geçmiyor; çünkü, kimsenin umrunda değil memleketiniz. Kimse de bir kaygı yok. Herkesin bir partisi, bir parti yetkilisi var. Her şeyini alkışlayan bir güruh. Bu çok ürkütücü bir mesele. Ve sen bu insanlara yaptığınızın yanlış olduğunu söylüyorsun. Hayır, bunu söylemek bu aşamada onlara hakaret sayılır. Onlara hakaret etmişsin gibi algılarlar. Bu tabloyu nasıl görmezsin” dedi.
Özelikle Malatya’nın sahibi iddiası kafamı karıştırmadı değil, Varsa öyle bir kolektif akıl bizim bu memleketle kavgamız asla bitmeyecek diyorum. Balkonda çay eşliğinde uzunca düşündüm bunu. İlk kez Malatya ile ilgili kafama saplanan bir ağrı. Yaşadığım şehir, doğup büyüdüğümüz yerlerin ipleri kimin elinde acaba? Nasıl bir yapı bu? Seçim oluyor, bazı isimler listelere giriyor ve seçiliyor fakat perde arkasında ayarlanabilir bir mekanizma var. Biz halk olarak ne yapabilirizki, zihin cimnastiğiyle bulduğumuz formüller ‘hepsi’ kısa sürede çökmeye mahkum ve bu malumun ilanı.
Bu soruların cevapları artık gelişmeleri uzaktan izleyen biri tarafından olarak verilecek gibi değil.
Tek bildiğim, her hikayeyi çok sonraları fark ediyoruzki bizim bildiğimiz gibi değilmiş. Hayat, döngü, kurallar arasında gözlemlediğim: toplum ile yöneticiler arasında derin bir uçurumun var olduğu. Hem sosyal hem ekonomik bu farkındalık, çok açık biçimde, “Daha fazla süremiz kalmadı-kalamaz” mesajını veriyor olmasıdır. Veriyorda anlayan, gören, bilen kim ? Kim bilir belki bir gün bu şehrin sahibinin kimliğine haiz olma şansı elde ederiz. Buradayım ve bu şartları yarında konuşmaya-etraflıca yazmaya hazırım.
Gülencilere gelincede; bizde bir söz var “fare ne kadar kazarsa üzerine doldururmuş” derler. 15 Temmuz daha dün’dü orada duruyor. Cesaret eden tekrarına kalkışır, bir zamanlar kaçıp gittiği ABD’de onunda ‘meşru ikamete sahip yabancı’ statüsünü elde ermeyi başarmış liderleri fetö’nün bizdeki unsurları bu saatten sonra yerlerinden kıpırdayabileceklerini sanmıyorum.
Toplumun hafızası darbeler yüzünden oldukça teyakkuzda, şimdilerde ‘küçük vuruş’ denemeleri rövanş yapmak haline gelebilir mi?Asla!