Din, Laiklik ve Eşitlikçi seçenek
Doğu niye geri, Batı neden ileri, Demokrasi neden batıda gelişti, doğu niçin bataklık durumda diye sorulduğunda alacağımız yanıtı tahmin etmek zor değil. Batı Hıristiyan alemi Protestan Reform hareketi, Rönesans ve Aydınlanma yoluyla kendisini dini doğmalardan arındırarak yaratıcılığın yolunu açmıştır.
İslam dünyası ise kendisini dinsel doğmaların prangalarından kurtaramadığı, yeniliğe karşı çıktığı için, Müslüman toplumlar değişen koşullara uyum sağlayamamışlar, ilerlemeye direnmişlerdir.
Bu değerlendirme ilk bakışta doğru gibi dursa da üç yönden eksik bir tarih anlatısına dayalıdır. Eksik olduğu içinde çıkartılan sonuçlar da yanlıştır bana göre.
Birinci yönüyle eksiklik, batının ona üstünlük sağladığı söylenen benzer süreçleri ve sembol olayları, İslam toplumunun ondan en az beşyüz, altı yüz yıl önce yaşamış olmasındadır. Bu konuda tersi yönde yayınlar artıyor. Bu sevindirici bir şey.
İkinci yönden ise hemen hemen üzerinde hiç durulmayan eşitlikçi seçeneğin yaşanmamış kabul edilişini saymak gerekir.
Üçüncüsü ise Batı Avrupa, Avrupalılık dediğimiz sürecin mayasının yüzyıllar öncesinde Vatikan merkezli Hıristiyanlık tarafından hazırlanmış olmasıdır, Batı avrupa ve Batı hıristiyanlığı ayrılmaz bağlarla bağlıdırlar birbirlerine. Her atılan önemli adımının içinde bu öge mutlaka vardır.
Bu yazının derdi bu üç eksikliği gündeme taşıma çabasıdır. Kısa bir yazı yetmez, mutlaka derinleşerek arkası da gelmelidir.
Batı Roma’nın dağılması sonrasında Batı Avrupa’da ortaya çıkan düzensiz ve başıboş durumun ortadan kaldırılmasında Papalık kurumu ve Katolik inancı önemli bir role sahiptir. Vikinglerin ve Macarların Hıristiyan dünyasına dahil edilmesi, Batı Avrupa dediğimiz bölgenin ortaya çıkışı demektir bir anlamda. Haçlı seferleri ve arkasından gelen Deniz aşırı ülkelere açılmanın ideolojik motivasyonu bu inanç tarafından sağlanmıştır. Huntington bunu şöyle anlatır;
‘
Gerçekten binli yılların başlarında bugün Batı uygarlığı olarak adlandırılan şey, Batı Hıristiyanlığı olarak biliniyordu. Batı Hıristiyan halkları arasında çok gelişmiş bir birlik şuuru vardı ki bu şuur onları, Türkler’den, Faslılar’dan, Bizanslılar’dan ve diğerlerinden ayırmaktaydı. Batılılar 16. yüzyılda dünyayı fethe çıkarken bunu altın için olduğu kadar, Tanrı için de istiyorlardı. Reformlar, karşı reformlar, Batı Hıristiyanlığı’nın Katolik ve Protestan olarak bölünmesi, -bunların politik ve entellektüel sonuçları- Batı tarihinin belirli çizgileridir. Bunlar ise Doğu Ortodoksluğu’nda ve Latin Amerika Hıristiyanlığı’nda bulunmayan şeylerdir.’( Batı tektir, Ama evrensel değildir, makalesi)
Her yayılmacı, bu tür bir inanca, motivasyona sahiptir hemen hemen. Tanrının yeryüzünde adaleti sağlamaları için seçtiği bir grup her zaman vardır. Başta İspanyollar olmak üzere bütün batı Avrupalılar için de, Tanrının emirlerini yerine getirmek önemli bir hareket ettiricidir her zaman.
Tanrının Avrupalılara verdiği misyon ve uygulamaları konusunda oldukça fazla veri ve yayın var. Yaşananların doğrudan tanığı olan, günümüze kadarda gelen yaşananları bütün çıplaklığı ile ortaya seren, Rahip Bartolome de la Casas’ın anlatısı bu konuda epeyce bilgi içerir;
’İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler.40 yıldan beri ve bugün hala onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yok ediyorlar….Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş.’
Yerli önder Hatuey’in öyküsü ise unutulmaz bir öyküdür;
‘Onu bir direğe bağladılar. Saint François tarikatından orada bulunan bir din adamı ona Tanrı’dan ve dinimizden sözetti. Yerli bey bunları daha önce hiç duymamıştı. Tarikat papazı, kendisini görkemli bir dünyanın ve ebedî istirahatin beklediği gökyüzüne gideceğine inanmak isterse, cellatların izin verdiği kısa süreden yararlanabileceğini söyledi. Aksi takdirde sonsuz acılar ve işkenceler çekeceği cehenneme gitmek zorunda kalacaktı. Biraz düşündükten sonra yerli reis Hıristiyanların gökyüzüne gidip gitmediklerini sordu. Papaz, iyi olanların gittiğini söyledi. O zaman, daha fazla düşünmedi. Böylesine vahşi insanlarla beraber olmamak, onları görmemek için cennete değil, cehenneme gitmeyi tercih ettiğini belirtti. Amerika’ya giden Hıristiyanlar sayesinde Tanrı’nın ve dinimizin edindiği ün ve saygınlık bu işte.’
Hıristiyanlık adına uygulanan vahşetin salt Katolikler tarafından uygulandığı da söylenemez. Batı Avrupalıların hangi mezhepten olurlarsa olsunlar gittikleri her yerde benzer öyküler yarattıklarını söylemek mümkündür.
Batı Avrupa yaşam tarzı ve din olgusu sömürgeler işin içine dahil edilmeden anlaşılamaz. Bu konuda egemen anlayışın anlatımını ise Howard Zinn’e bırakalım;
‘Yinede canavarlığın, üzücü ama insanlığın gelişmesi için gerekli bir bedel olduğu düşüncesiyle kolayca kabulü (Batı uygarlığının kurtarılması için Hiroşima ve Vietnam; sosyalizmin kurtarılması için Kronstadt ve Macaristan; hepimizin kurtulması için de nükleer gücün artırılması gibi) alışkanlığımızdan kurtulamadık. Bu canavarlıkların hala sürmesinin nedeni, onları diğer bir sürü gerçeğin arkasında gizlemeyi ve radyoaktif atıklar gibi kutulayıp toprağa gömmeyi öğrenmemizdir. Bu canavarlıklara, öğretmen ve yazarların en saygın sınıflarda en saygın ders kitaplarına gösterdiği dikkat oranında dikkat etmeyi öğrendik. Bu öğretilmiş ahlak duygusu bilimsel araştırmanın görünürdeki nesnelliği tarafından bize dayatıldığında, onu kabul etmemiz, bir politikacının basın konferansında söylediklerini kabul etmemizden daha kolay- ve bu noktada daha da ölümcül- bir hale geldi.’(Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi)
Gelelim ikinci eksikliğe, Reformlar, karşı reformlar, Batı Hıristiyanlığı’nın Katolik ve Protestan olarak bölünmesine,
16 yy da Avrupa’nın tümünde büyüyen ticaretin sağladığı olanaklarla gözleri kamaşan dünyevi ve dini lordlar köylülerden daha fazla talepkar oldular. Ortaçağ serfi, yerine getirmek zorunda olduğu görevlerin yanında en azından talep edebileceği haklara sahipti. Kabile toplumunun belli ölçüde yaşayan hukuku, Kilisenin dinsel kaideleri ve kuşaklardan bu yana sağlanan uzlaşmalar keyfi malikane yönetimine sınırlamalar getirmişti. Gelişen ticari ortama bağlı olarak bu ortam hızla değişmeye başlamış, daha fazla çalışmaya zorlama, vergiler, kiraların yanı sıra keyfi hapis cezaları ve öldürmeye kadar varan cezalandırmalar artmıştı. Köylüler, ortak otlaklarını ve yakacak, kereste ihtiyaçlarını giderdikleri ormanlıklarını kaybetmeye başladılar. Büyüyen ticaretten daha fazla pay alma ve daha çok güce sahip olma arzusundaki Soyluların köylülere her geçen gün daha fazla yüklenmesi, ayaklanma için bir kıvılcımın yeteceği koşulları da hızla hazırladı. İsviçre, Macaristan ve Slovenya’da patlayan ayaklanmalar, Almanca konuşulan topraklara hızla yayıldı.
Köylü savaşlarında bir çok din adamı rol oynadı. Bunların en ünlüleri Martin Luther ve Thomas Münzer’dir. Münzer, toplumsal düzeni yıkma ve yerine tanrısal bir düzen arayışındaydı. Ayaklanmanın en etkili insanlarından biriydi. Bu insanlar herkesin oy hakkına sahip olduğu meclisler oluşturdular. Başlangıçta, Papazlarını kendilerinin seçme ve görevden alma hakkını savundular. Vergilerin seçilmiş başkanlar tarafından toplanmasını talep ettiler.
Yükümlülükleri bireysel olarak tanımladılar. Bu serfliğin sonu demekti. Ortak araziler yine kardeşlik içinde köylülere ait olmalıydı. Toprak mülkiyetine izni, fazla çalışmama, kiraların makul olması ve miras vergilerinin kaldırılması da sıralanan talepler arasındaydı. Sonraları tüm yetkililerin seçilmesini ilk soylunun hangi hakla sıradan halkı esaret altında tuttuğunu savundular. Kimsenin iki bin krondan fazla zenginliğe sahip olmamasını talep ettiler. Bu talep ayaklanmanın salt soyluları değil, gelişmekte olan burjuvaziyi de hedef aldığının kanıtıdır. (Köylü ayaklanmacıların talepleri ve yaşananlarla ilgili, Murray Bookchin’in Köylü isyanlarından Fransız devrimine kitabı detaylı bilginin olduğu bir kaynaktır.)
Luther ise bu taleplere, köylüleri barışçı olmaları için uyardığı, ‘Bir barış uyarısı; Swabialı köylülerin on iki maddesine bir yanıt’, ile cevap verdi, radikal köylü isteklerine. Hemen sonrasında ise, ‘Soyguncu ve Katil köylü sürülerine Karşı’, metni yayınladı. Ayaklanmalar çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Öldürülen her soylu için on ila elli arasında köylü idam edildi. İdamlar soylu sınıfının kendi işgücünü kaybetme riski ortaya çıktığında durduruldu.
Avrupa’da bu ayaklanmayı tetikleyen koşulları yaratan, her ne kadar gelişen ticari ortamsa da ayaklanmanın ideolojisi Avrupa için yeni değildi. Yaklaşık 300- 400 sene öncesinden bu yana bir şekilde varlığını sürdüren ve Mesiyanik özellikler taşıyan eşitlikçi hareketlilik ve düşünsel sistem sürekli varoldu. Kabile toplumunun hala yaşayan özellikleri bu tür arayışlara temellik yaptığı da söylenebilir.
Fransa’nın güneyinde Okitanya bölgesinde varlığını bir dönem sürdüren Katarları, ayaklanmanın patladığı Slovenya’nın hemen yakınındaki Bosna’da ki Bogomilleri saymak yeterli olur sanırım. İngiltere’de bu ayaklanmalardan nasibini almıştı.
Bu kargaşanın önemli bir yanı da, Kilisenin Roma imparatorluğunun yetkesinin dağılmasından sonra, Avrupa’da düzeni yeniden kuran güç olmasının son günlerine gelmiş olmasıdır. Düzeni kendileri adına yürütmekte kararlı soylular ve burjuvazi de zorlamaktadır düzeni. Bu zorlama sürecini biz din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması olarak tanımlanan laiklik süreci olarak biliyoruz. Bu sürecin başlangıç noktası olarak anlatılan bir olay da var. Papa’nın Şarlken’e dünya işlerinin yürütücüsü unvanını vermesi, laiklik tartışmalarında önemli bir dönemeç olarak anlatılır. Bilindiği üzere, Şarlken 1530’da Papa tarafından Kutsal Roma Cermen İmparatoru olarak kutsandı.
İslam toplumunun bu süreçlerden azade olduğu, bu süreçleri yaşamadığı içinde laikliğin ve demokrasinin yerleşmeyeceği savlanır genel olarak. Köylü ayaklanmaları olarak anlatılan olayların benzerleri, hatta Avrupa’daki hareketlerin esin kaynakları bu bölgededir. Ortadoğu köylü ayaklanmalarından azade değildir. Tarihinin her döneminde bir ayaklanmadan söz edilebilir. Üstelik bu ayaklanmalar kendiliğinden değil, programlı ve bu temelde örgütlülük de içerir. 8 yy dan itibaren ayaklanmasız gün geçmemiştir neredeyse. Karmatiler, Zenç ayaklanması, Ebu Müslim, İsmaililer, Hasan Sabbah, Babailer, Şeyh Bedrettin, Hurufiler hemen akla gelenler.
Egemenler arasında ise en başından itibaren dünyaya ve tanrıya bakış konularında iki eğilimden söz edilmeli.
İslam dindarlığı başından itibaren birbirleri ile mücadele eden iki akıma sahiptir. Birincisi, yaşanılan dünyayı geçici gören ve dünyevi olan her şeyi reddeden, ikincisi insanların kurtuluşunu, içinde yaşadıkları toplumda ahlaklı ve doğru davranmaya bağlayan akımdır. Kuranda ve sünnetde –Hz Muhammed’in yaşamı ve sözleri- iki akım da, kendi işlerine yarayacak epeyce veri bulmakta zorluk çekmezler. İslam yayılması ve kısa zamanda elde edilen geniş topraklar, Dünyayı benimseyen akımın egemen olmasını sağlamıştır.
Bunlar adım adım dünya işlerini düzene koymaya dönük, iktisadi ve hukuki kurallar sistemini (şeriatı) geliştirdiler. İcma (fikir birliği) öğretisinin gelişimi, müminler topluluğunu (ümmet) birbirine bağlayan öğreti oldu. Bu öğreti, Sünni dünyası için tek meşru otorite olarak kabul edildi. Topluluk, Kuran’dan ve sünnet’ten sonra üçüncü otorite kaynağı oldu.
Topluluğun otorite kaynağı olması tanrısal yetkenin sınırlandırılmasını da içerir bana kalırsa. Zaman içinde çeşitli sınırlandırmalar da gerçekleşmiştir. Bu anlayışın tarihin çeşitli dönemlerinde örneklerine rastlamak mümkün.
Örneğin Fatih, kendinin resmini yaptırmasını ve kendi adına kanunname yayınlamasını örnek olarak verebiliriz. Bu anlayıştan dolayı da sorun çıkmamıştır.
Başka ve daha eski bir örnek olarak, Abbasi Halifesiyle Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul arasında yaşanan olay gösterilebilir. Halife Kaim, 1060 yılında, Tuğrul Bey’e Sultan, Ruknud-Devle (Dinin direği) ve Malikul-Meşrik ve Magrib (Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı) unvanlarıni verip onu Sultan ilan etmiştir. İslamın egemenleri arasında olayları ve yaşamın nasıl yorumlanacağı üzerine bir tartışmanın olduğunu da eklemek gerekir. Bu tartışmanın kanatları akılcılar ve tanrıcılardır. Bir tarafta İbni Rüşt, İbni Haldun, İbni Sina’nın vb. olduğu diğer tarafta ise İmam Gazali’nin olduğu bir tartışma bu.
Tarihe dönük yazıların, tartışmaların çoğunda atlanan, ama yaşanmış, kendini var etmiş, ezilmiş ve sonrasında yok farzedilmiş bir gerçeklik daha var. Toplumsal eşitsizliği gündeme getirenler ve bunların yaptıkları. İslam toplumunun başından itibaren temel ayrımı bu temeldedir aslında bana göre. Ehli sünnet taraftarları ve zahitler. Uzun konu. Ama, Bu eğilim Batı da da var. 13, 14, 15 ve 16 yy da çok etkinler. Ama yenilmişler. Adları sanları anılmaz olmuş. Adları anılanlar, ortaya çıkan sorunların çözümünü egemenlerin arasındaki akımlarda görenler. Luther’i herkes bilir. Ama çağdaşı Münzer’i çok kimse hatırlamaz. Luther feodallere ve tüccarlara dayanan biridir. Düzenin böyle kurulmasını önerir. Münzer ise eşit bir düzeni. Bu ayrım düşünsel tarih içinde geçerli bence.
Ayrıca egemenler arasında farklı eğilimler sadece batıya özgü değil. Örneğin, Laikliğin gelişimi ve devletin yapısı ile ilgili tartışmalarda, bizim dayanacağımız temel ne olmalı önemli bir soru benim için. Örneğin, Ehli sünnetçiler toplumsal yaşamda ortaya çıkan sorunların üç kaynağının olduğunu savlayan bir akım. Kuran, Hadisler ve Cemaatin yorumu. Bu son kaynak gündelik işlerin çözümünün toplum ileri gelenlerinin yorumlarına, değerlendirmelerine bağlı olduğunu ve böyle yapıldığını anlatan bölümdür. İlahi bir gücün bir ölçüde devre dışı bırakılmasıdır. Yıl kaç 8.9.yy. Lutherle arada en az 600 yıl var.
Bu kısa yazı daha fazla uzamaz.
Çıkarılması gereken sonucu çıkarıp yazıyı sonlandıralım. Yazının başında dile getirilen gerekçeler, bizim neden geri kaldığımızın gerekçeleri değildir.
İşin
içinden çıkabilmek için de; bakışımızı, batının bizim kafalarımıza kazıdığı yargılardan kurtararak olaylara bakmaya başlamak, önerebileceğim ilk adım.
Saffet Bilen