Köşe Yazıları

Doğa Kaybediyor İnsan da Kazanamıyor 

Politika, futbol, iyi gitmeyen akonomi yanında asıl yaralayıcı başka bir konumuz var. Şimdilik halı altına süpürülerek geçiştirdiğimiz tehlikeyi çok daha fazla görmezden gelme şansımız bulunmuyor. Doğa üzerinde yaptığımız tahribat, ihtiyaç diyerek yaptığımız yollar, viyadükler, köprüler, beton kentler, hunharca tükettiğimiz kaynakların doğa üstündeki hakimiyeti gün be gün artmakta. 

Malumunuz, Toki denilen inşaatlaşma tekeli her yere pekte estetikten yoksun beton kulelerle doldurmasına bağlı bir çevre felaketine tanıklık ediyoruz. TOKİ’lere ihtiyaç doyulmasının temelinde köyden kentlere göçün meydana getirdiği arz-talep meselesi yatıyor. Kırsaldaki asıl üretici nüfusun son yıllarda artan maliyetler karşısında çare bulamayınca şehirlerin yolunu tutması, devlet merkezli mütehaitlik rantını oluşturdu. Tarım toprağının terk edenlerin gittikleri metropollerde konut’a olan ihtiyacı; TOKİ işte tam orada devreye giriyor ve insanların konut ihtiyacını gidermek misyonu ile attığı adımlar ‘size ev lazım, ucuz, taksitli, kira öder gibi’ cazip ama makuliyetten uzak başlıklar son çeyrek yüzyılda doğanın görüntüsünü başka bir hale getirdi. 

Şehirlerin en doğal, karektarastik bölgeleri, imara müsait ama el değmemiş, adeta oksijen depoları diyebileceğimiz veya şehirlerin soluk borusu konumundaki alanlar aniden bir şantiye sahasına dönüşüveririyordu. 

Hayatın doğal formu dışında köylere kadar inen TOKİ hinterlandı apartman kültürü ve bireysel tarzın yeni teşeronu olarak etkileşimini sürdürüyor. 

Tabiki beraberinde kirlilik ve küresel ısınma nedeniyle başlayan doğa felaketi, sayıları aşırı artan toki konut sayılarının ani yükselen birer betonarme yükseltiye evrilmesinin, bakınca mekanik birer yaşam alanından öteye gitmeyen dev uydu yapılar diğer yandan klasik Anadolu şehir yapısının silüetini değiştirdi. Suçlu, sadece TOKİ’mi, hayır! Orman yangınları, turistik popüliretisi artan kıyı şehirlerde bir kaç bin dönümlük turistik mekanlar, aç gözlü mütehaitlerin rant uğruna en bakir arazileri hoyratça paramparça etmeleri, araç sayısının artmasına eş zamanlı olarak nerdeyse her bir noktaya yol götürmek çabasına karşı doğanın tap teze cildinin kepçe boldozerlerin insafına terk edilmesi doğa ana’yı artık çok yordu. 

Tabiki hikaye bu kadar ile bitmiyor. Geçen dönemde denizlerde meydana gelen müsilaj salgını doğanın insan karşısından ne kadar yorulduğunun gösterdi bizlere. Fitoplankton denilen bir deniz canlısının sayısının artmasıyla saldığı müsilajın denizi kaplaması gibi, hatırlarsanız kamuoyunda günlerce tartışılmıştı. Müsilaj karşısında çaresiz kalan insanoğlu yine doğa kendi temizliğini kendisi yaparak bir çözüme kavuştu. 

Siyaset, Parti rejiminlerinin son zamanlarda yetki direksiyonlarını rant merkeziyetçi yöne kırması, suç şebekelerinin bütün ekosistemi devralmasıyla ortaya yaydığı pislik, bir çok kimyasal ürünün yeryüzü dokusuna karıştığı, fabrika bacalarından gün boyu atmosfere karışan is bulutları, zehirli maddeler, nükleer attıklar derken doğa artık tüm bunlara katlanamaz hâle geldi ve yeryüzünün her köşesini kaplayan bu insanoğlu elinden çıkma kir birikti de birikti. Bu tahribatın müsebbibi olanlar yine biz insanlar, tıpkı yaşamak için sınırlı kaynaklarına ihtiyacımız olduğu halde bonkörce talan ettiğimiz faş yeryüzü bugün siyasilerin hiç bir önlem almayı düşünmediği korkunç bir yokoluşa doğru sürüklenip gidiyoruz ama nafile. 

Sanki 50 yıl sonra tüm dünyanın yok olacağı garantiymiş gibi elimizden ne geliyorsa tüketelim psikolojisi ile giriştiğimiz aç gözlülük-çok konfor hesaplaşması, etkisini en çok belkide bizim kuşağın çocukları üzerinde gösterecek. Zira siyasi tebanın görmezden geldiği bu teknotratik süreç hayatın en kıvamlı olduğu zannedilen dönemi de içine alarak yarınların daha baskın ve kaynakları kısıtlı hale getireceği aşikar. İnsanların sahip olduklarıyla yetinmediği daha çoğunu istediği acayip bir doyumsuzluk döngüsüne geçişinde, geçmişte kendisine karşı doğanın ve çevrenin bütün diğer egemenleriyle iş-aş vermiş olması umurunda dahi değil. 

Onun için, bugün ile dün farkını, bugünkü yaşam standartlarımızı dün ile kıyaslamak, ana akım kriterlerimizi bir daha gözden geçirmenin ve güneşin, toprağın, tohumun, mevsimin, su’yun, dağın, üretimin, hacmin hesabını bir daha en başından yapmalıyız.  

Betonlaşma hızı, toprağın dokusunu tahrip etme iştahımız, şehirleri bir karış topraktan arındırmak adına sanki and içmişliğimiz, ayrıca hayatın kodları sayılan sosyal değerleri biçip geçtiğimiz, ecnebilerin ‘hostile takeover‘ dediği hasmane taktiklerle birbirimize karşı duyduğumuz öfke, siyasetin bir kavga arenasına dönüşmesi bunun yanında pandemi vb türev hastalıklar, çöp, yüzbinlerle ton zehirli atıkların meydana getirdiği riski dikkate aldığımızda, doğanın yine de bizi doyurması inanın mucize gibi bir şey. 

Televizyonların tipik mafyalaşma dizilerinden ödün vermeden kaygı verici projelerini dayatması da bu sofistike olmayan sürece dahil edilebilir. Reklamlar insanların beynini sürekli tüketime yönlendirmesi de en az bir orman yakmak kadar suçludur. Büyük market raflarına yerleştirilen, bir ürüne ihtiyacın olmadığı halde satın almak için beynine gönderilen nötralize ışınlarla robot bir tüketim aparatına dönüştürülmemize de… Avm’ler bu yüzden var. Avm’ye giren boş çıkma şansı yok. O devasa ışıklar altında, beyin ihtiyacı olmayan bir ürünü kabulleniyor ve satın alıyor. Belkide satın aldıktan sonra ev ortamına taşıdığın o ürüne aslında ihtiyacın olmadığını fark ediyorsun. Her şey zincirleme bir reaksiyon… 

Türk toplumun örf adetlerinden kopuşun oluşturduğu sönüklükte aynısı. Bir düğün taziyede konu komşudan tabak çatal bardaklar toplanır gelen giden bunlarla ağırlanırdı. Sonra emenet alınan kap kacaklar yerine konulurdu. Ama şmdi kağıt tabak, kağıt peçete, pet şişe bardak, plastik kaşık çatal, he şey hazır satın alınınca tıpkı üzerine vazife almadan bir darbe de doğa’ya oradan vuruluyor. 

Eskiden’ diye başlayan tüm anlattıklarımız bol, bereketli, daha kıymetli, orjinal ve yerinde anlamlar yüklediğimiz ekosistemi git gide kullanılamaz hale getiriyoruz. Bizi besleyen çevreye karşı militanlıkla davrandığımız, sadece onu korumak iç güdüsünden uzak tüketim takipçiliği arasında gidip geldiğimiz bir görev mihmandarlığına dönüştü. Bunun nedeni, temelinde kapitalist sistemin toplum ve bireyleri süresiz olarak sömürme mekanizması olarak görmesidir. Bir verilirken iki olarak geri alınıyor. Deniliyorki dünya kaynaklarının dört katını tüketiyor şu anda. Ya bir gün bu kaynaklar yetersizlik gösterse. Nasıl ki toplumların güç gösterilerinde organize skala içinde yeni bir güce daha ihtiyaç duyuyorsa, güç; tüketim hacmini çok fonksiyonlu hale getirmesi gibi. 

Kısacası, dünya nüfusu hızla çoğalıyor, kaynakların kullanım grafikeri ters orantıda düşüşte, üretim belli periyotlara indirgenirken tüketim bir çılgınlığa dönüşüyor. Buraya kadarki kısımda uzun süredir bilmediğimiz bir şey de; toplumların belli kalıplara sokulmasıdır. Yani, akaryakıt litre fiyatı 100 TL olsa da insanların asla ve kata rahatlığından taviz vermeyeceği gerçeğini keşfetti dünyayı dizayn edenler. İşte kapitalizm dediğimiz şey bu zaafı gördü, kullanacak. Beton sahaların çoğalması da aynı örnek içine katılabilir. Doğa’nın feryat edercesine yok oluşunu görmezden gelen toplumları icad etmekte. 

Kendimizden başlayarak ufak çaplı dönüşümlerle erezyon boyutuna müdahele etmemiz mümkün, bir peçeteyi ikiye bölüp iki kez kullanmak bile dünya nüfus ortalamasına böldüğünüzde korkunç bir arigmetik tasarruf rakamına tekabül ediyor. Herkesin ıslak mendilsiz gezmediği aşırı hijyenik ruh halimiz şaşırtıcı gelmese de, kaybeden her halikarda doğa oluyor. Toplum bilimcilerin salt bir dille anlattıkları da ihtimal verilemeyecek, gerçekçi şeyler değil, yalnızca aç gözlülüğümizün boyutlarını göstermemesi bakımından daha yomuşak dönüşlerle hayret verici boyutunu gizliyorlar. Doğa kaybederken insanoğlu’da pek kazanamıyor. Bu gidişat çok sürmez. 

Rant devşiren iş adamları (insanları), politikacılarla ihale konsorsiyumlarının perde arkasında iş tutmaları, arada bir şehrin sağlığını umursamayan kaçak-merdiven altı-çenç iş yerlerine göz yuman belediyeler, rüşvet kovalayanlar, yolunu bulanlar, devlet malı deniz yemeyen keriz anlayışında mastır yapmış olanlar, bir dönümlük boş arsayı 40 daire gözüyle bakanlar, toprak imarını terk edenler, orman yakıp otel dikenler… Ve asıl ihtiyaçlarımızı abartanlar… Adım adım sona gidiyoruz. Bakarsan kimsenin suçu yok, peki o vakit sıradan bir vatandaş gözüyle çevremizin röntgenini çektiğimizde gördükleriniz sizi ürkütmüyor mu? Her şey ne kadar hızlı, karmaşa, yorgun ve de anlamsızlaştı değil mi? İçinden çıkılması imkansız gibi bir şey!?

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu